YoRuMSuZ
Biz işimize bakalım...
İSTİKLÂL MARŞI’MIZIN TARİHÎ, EDEBÎ, DİNÎ VE KÜLTÜREL KAYNAKLARI
(Bölüm 1)
Marş, bir milletin ortak duygularını, heye- canlarını, ümitlerini, birlikte var olma ve yaşa- ma azmini, millî birlik inancını terennüm eden ahenkli, müzikli olarak söylenen manzum me- tindir. İstiklâl Marşı’mız da var olma yok olma sürecimiz olan Millî Mücadelemizden doğmuştur. Mehmet Âkif bu marşı yazarken bilinçaltında yer etmiş olan bazı tarihî, edebî, dinî, kültürel kaynaklardan yararlanmıştır. Edebî metinler büyük oranda metinler arası, kültürlerarası iliş- kiler içerisinde meydana gelir. Şair ya da yazarlar edebî metinlerini üretirken kendilerinden önce var olan bazı kaynaklardan yararlanırlar, beslendikleri bu kaynaklardan etkilenirler ve ürettikleri metinlerinde bu etkilenmeleri, ya- rarlanmaları, beslenmeleri değişik şekillerde yansıtırlar.
Metinler arası ilişki kurma, olumlu anlamda bir ya- rarlanma olduğu gibi olumsuz anlamda tepki biçiminde de ortaya çıkabilir. Nitekim biz bu incelememizde İstiklâl Marşı’mızda görebildiğimiz metinler arası ilişkileri her kı- tanın tahlili içerisinde sırayla vereceğiz. Bu çalışma bize, Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı’nı yazarken hangi kaynak- lardan beslendiğini ve nelere tepki ortaya koyduğunu gösterecektir.
İstiklâl Marşı’nın konusu: Millî bağımsızlıktır.
İzleği ise şudur: Türk milleti, millî varlığını, dinini, vatanını emperyalist işgalcilere karşı kanının son damlasına kadar korumasını bilir. Hiçbir zaman esir olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Düşman ne kadar güçlü, ne kadar modern silahlarla donanmış olursa olsun Türk milleti, sonuna kadar köle ve sömürge olmamak için imanıyla direnecektir. Dinini, dilini, kültürünü, bütün millî varlığını özgürce yaşayabileceği tam bağımsız ve bağlantısız hür bir Türk vatanı ve devleti onun başlıca hedefidir. Buna engel olmak isteyenlerin sonu hüsran olacaktır.
İstiklâl Marşı’nın Tepkisel Niteliği: Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda bir bütün olarak o dönemde her şeyin bittiğini, yok olup mahvolduğumuzu düşünen, bu yüzden korkan, ümitsizliğe, yılgınlığa düşen bir takım kimselere karşı tepkisini ortaya koymuştur. Dolayısıyla İstiklâl Marşı’nı okurken aynı zamanda bu şiirin, o dönemde yılgın ve ümitsiz bir ruh hâliyle yazılmış metinlere tepki olduğunu da düşünerek okumalıyız. Onlardan biri de Mütareke döneminde İngilizler tarafından tutuklanıp Malta Adası’na sürülen Süleyman Nazif’in burada iken Eylül 1920’de yazdığı “Son Nefesimle Hasbihâl” adlı şiiridir. Âkif’in İstiklâl Marşı, bu şiire ve bu şiirin içeriğine uygun başka metinlere tepkisel anlamda bir karşılık gibidir. Yani İstiklâl Marşı’nın kaynaklarından biri de bu ve buna benzer şiirlerdir. Âkif, İstiklâl Marşı’yla Süleyman Nazif’e âdeta “korkma!”, ümitsizliğe düşme, her şey bitti sanılmaz demektedir.
İSTİKLÂL MARŞI’NIN BENTLER HÂLİNDE TAHLİLİ VE KAYNAKLARI
“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.”
Bu mısralarda her şeyin bitti sanıldığı zamanda bile hiçbir şeyin bitmediği inancının güçlü bir şekilde telkin edilişi imgesini görüyoruz. Millî varlığın devamı inancının kuvvetle vurgulanması imgesi, bazı simgelere bağlı olarak geliştiriliyor. Bunları açalım:İstiklâl Marşı’mız, “korkma” diye başlar. Olumsuz bir ifadeyle başlaması, bazıları için garip gelmiş olabilir. Birileri bunu eleştirmişlerdir. Mesela Suphi Nuri İleri bu durumu şöyle eleştirmiştir:
“Bu marş her cihetten fenadır. İstiklâlci Türklerin hislerine tercüman olmamıştır. “Korkma” diye başlayan bir marş, Türklerin hakiki ve öz duygu ve heyecanlarının tercümanı olmaz. Türk korkmaz, istiklâl ve inkılap için savaşan Türklerin yüksek ve asil hislerini ve seciyelerini bilseydi hiçbir vakit şu sinire dokunan “korkma” kelimesiyle marşına başlamazdı.”
Âkif’in marşına olumsuz bir ifade olan “korkma” diye başlaması, İslâm kültüründen yansımalar, izler taşır. Zira İslâm’ın temel ilkesi olan kelimeişehadete yani “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resulühü” cümlesi, olumsuz bir ifade olan “lâ” ile başlar. “lâ”, “hayır, yok, değildir” anlamına gelir. Yani “hiçbir tanrı yoktur, ancak Allah vardır” ifadesiyle başlar. İslâm, önce olumsuz durumu, olmaması gereken bir şeyi ortaya koyar, sonra olumlu değeri verir. Âkif de önce olumsuz durum olan korkuyu olumsuzlar, korku yok, korkma der, korkunun olmaması gerektiğini söyler, sonra olumlu değerleri verir.
Ayrıca bu mısralarda geçen metinlerarası ilişkilere ve şiirin tarihsel, kültürel kaynaklarına da bir bakalım: Marş’ın; “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;” şeklindeki ilk mısraı, Hz. Muhammed’in Hz. Ebubekir’le birlikte 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret ederken aralarında geçen bir konuşmaya telmihte bulunmaktadır. Hadise şöyle olmuştur:
Mekkeli kâfir Kureyşlilerin baskısının artması sebebiyle bunalan Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir’le birlikte Mekke’den Medine’ye hicret etmeye karar verirler ve gizlice çıkıp yolda Sevr Mağarası’nda konaklarlar. Bu arada müşrikler onların peşine düşmüşlerdir. Kâfirler, Hz. Muhammed’i veya Hz. Ebubekir’i bulup getirene veya öldürene 100 deve verme vaadinde bulunurlar.
Bunu duyan canavar ruhlu bir kısım Mekkeli müşrikler, hemen yola koyulup Sevr Mağarası’nın önüne kadar gelirler. İçerden Hz. Muhammed’le Hz. Ebubekir onların geldiğini görürler. Fakat müşrikler onları görmezler. Bu durumda Hz. Ebubekir çok korkar, telaşlanır ve üzülür. Hz. Muhammed onu yatıştırmak üzere: “Korkma! Üzülme. Allah bizimle beraberdir.” diye teselli verir.
Bu hadiseye Kur’an-ı Kerim’de şöyle değinilir: “Eğer siz ona yardım etmezseniz Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu (Mekke’den) çıkardıkları vakit iki kişiden biri iken ikisi mağarada bulundukları sırada arkadaşına: “Korkma, üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.” diyordu. Allah ona sekînet (sükunet, kalp huzuru) indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla güçlendirdi ve kâfirlerin sözünü alçalttı. En yüksek olan ancak Allah’ın kelimesi (Tevhid: Lâilâhe illallah) dir ve Allah azîzdir, hakîmdir.”
Mehmet Âkif de bu hadiseye telmihte bulunarak; kâfirlerin Sevr Mağarası’nı kuşattığı gibi Müslüman Türk milletinin de 1918’den itibaren Anadolu’da İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Amerika’dan oluşan emperyalist Batılı devletler tarafından kuşatıldığı sırada, Türk’ün yok olması demek olan Sevr Antlaşması’yla kıskıvrak kuşatıldığı sırada Peygamberimiz’in Hz. Ebubekir’e söylediği gibi Âkif de; “Ey Türk milleti korkma! Allah bizimle beraberdir” mealinde teselli veriyor, Türk milletinin imanını güçlendiriyordu.
Marş’ın ilk kelimesi olan “korkma” sözü, Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’nin, İzmir’in 15 Mayıs 1919 günü Yunanlılar tarafından işgal edilince aynı gün verdiği bir fetvada da geçer. Hulusi Efendi fetvasında şöyle der:
“Korkmayınız!’… Meyus (ümitsiz) olmayınız!... Bu livâ-yı hamd (Hz. Muhammed’in bayrağı) altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak cihâd-ı mukaddes (kutsal cihat) fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum”.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazmadan önce muhakkak ki bu fetvadan da haberdârdı ve ondan da etkilendi.
Yine bu “korkma!” sözü, o dönemde kuvvetli bir İslâm imanına sahip olan bütün Türklerin içlerinde besledikleri ve kardeşlerine söyledikleri ortak bir söz gibiydi. Düşman ne kadar güçlü olursa olsun korkmamaları gerektiğini söylüyorlardı. Nitekim Hasan Basri Çantay da bir yazısında aynı şekilde “korkma!” demişti:
“Ey imanlı kardeş! Çok şükür ufk-ı İslâm’da (Müslümanların ufkunda) rehâ ve halâs (kurtuluş) güneşi doğmaya başladı. Dünyanın her tarafında esarete düşen müslümanlar harekete geldi. Ehl-i Salib’in (Haçlıların) yaman kastı artık anlaşıldı. Bütün İslâm âlemi hakk-ı hayatını (yaşama hakkını) müdafaaya, kelimetullahı i’lâya (Allah’ın davasını yüceltmeye) karar ver di. Bugün her vakitten fazla ümitlisin, fakat sabr u sebat et, yılma, usanma, korkma, haydi hamaset (kahramanlık, yiğitlik) meydanına. Allahuekber! (Allah en büyüktür) “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler.”
“Şafak” kelimesi, temel anlamıyla Güneş’in batı ufkunda batışından hemen sonra oluşan kızıllıktır. Yani akşam vaktinde Güneş’in batışını ifa de eder. Şiirdeki simgesel anlamıyla ise millî Türk varlığı ve devletinin batar gibi oluşunu, ölüm kalım mücadelesi sürecinin en kızıştığı anları temsil eder.
Buna göre mısra, “Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkıp ondan sonra işgale uğrayan Türk milleti, ortadan kalkıyor gibi görünüyor ama korkma, bu bayrak sönmez” anlamı ifade edilmektedir. Ayrıca “şafak” kelimesinin bir de “güneşin doğuşu” anlamı vardır. Şair bunu tevriyeli olarak da kullanıyor. Dolaylı olarak mısrada “güneş gibi doğan, gökyüzünde parıl parıl parlayan bu Türk bayrağı, batmaz” anlamı da saklıdır.
“Al sancak” ifadesinde “sancak”, “bayrak” demektir. Bayrak da bir milletin bağımsızlığını, hürriyetini, asaletini temsil eder. Al sancak, kırmızı yani kanlı bayraktır. Çetin savaşlardan sonra her tarafı kana boyanmış yaralı bayrak demektir. Burada ise Güneşi temsilen, Güneş istiaresi olarak kullanılıyor. Bunun simgesel değeri, bağımsız Türk millî varlığıdır. İmgesel karşılığı ise şöyledir: Gurûb vakti gözümüzün önüne ufukta batmakta olan ve her tarafı kızıla boyanmış güneş manzarasını getirelim. Bu, bayrağa benzetiliyor ve dolayısıyla da Türk millî varlığı simgeleştiriliyor.
Bayrakla güneş arası özdeşlik motifi: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısraında Türk milletinin bağımsızlığını temsil eden Türk bayrağı, batmakta olan güneşe benzetilmektedir. Güneşin bayrak olarak algılanması, güneşin bayrakla özdeşleştirilmesi motifi, Hun Türklerinin büyük hakanı Mete (Motun) Han’ın hayatından esinlenilerek oluşturulan Oğuz Kağan Destanı’nda da geçmektedir. Oğuz Kağan, Oğuz beylerine ziyafet verip kendisini kağan ilan ettikten sonra dünya çapındaki fetih felsefesini vurgulamak üzere âdeta bir slogan, bir ilke, bir vecize olarak şöyle der:
“Takı taluy takı müren
Kün tuğ bolgıl kök kurıkan”
Yani:
“Daha deniz daha müren (nehir)
Güneş bayrak gök kurıkan (çadır)”
“Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” mısraındaki “Ocak” ise bir anlamıyla içinde ateşin yakıldığı, yemeklerin pişirildiği, sıcak aile hayatının yaşandığı, aile üyelerinin ısındığı, barındığı ev, aile, soy demektir. Ocak, evde yemek pişirmek ve ısınmak için yakılan ateştir. Bir evde ocak yani ateş yanıyorsa orada insan ve hayat vardır demektir. Türk milletinin en küçük sosyal birimi ailedir. Aileye büyük önem verilir. Dolayısıyla burada “ocak”, en küçük Türk millî varlığını temsil eder. Şair, “bu vatanda ocak tüten en son ev, en son aile, en son Türk kalıncaya kadar millî varlığımız ve bağımsızlık bayrağımız dalgalanmaya devam edecektir.” demektedir.
Bu durumda bu beyit şöyle okunabilir: Ey Türk milleti! Sakın korkma! Endişelenme, tasalanma, kaygıya, paniğe düşme! Yurdumun, ülkemin, vatanımın üstünde tüten en son ocak yani son aile ocağı, son ev, son fert ortadan kalkmadan bu şafaklarda yüzen al sancağımız, yani batış sürecine giren bayrağımız, millî varlığımız ortadan kalkmaz.
Yani bağımsızlığımızın simgesi olan bayrağımız ve bunun temsil ettiği Türk millî varlığımız, şafaklarda yüzse bile yani batıyor gibi görünse bile sönüp yok olup gitmez. Türk milleti tamamen ortadan kalkmadıkça millî varlığımız, bağımsızlığımız devam edecektir.
Ayrıca buradaki “en son ocak” yani son aile yok olmadıkça, ortadan kalmadıkça milletimiz ve devletimiz varlığını sürdürecektir. Bu konuda ümit kesilmeyecektir. Bütün millet yok olsa, tek bir Türk ailesi kalsa bile hâlâ ümidimiz vardır, inancı kuvvetle vurgulanıyor. Türk milleti, bir veya iki aile bile kalsa ümidini kesmez, tekrar çoğalır, milletini oluşturup bağımsız devletini kurar, inancı simgesel olarak ifade ediliyor. Âkif de tamamen buna benzer bir yaklaşım geliştirmiştir ki bu da tarihsel kültür mirasımızın Âkif tarafından nasıl güncelleştirilerek kullanıldığını gösteriyor.
Tabii bu ifadeler, ülkemizin işgal edildiği, uzun savaşlardan yorgun çıkan milletimizin ümitsizliğe düşer gibi olduğu, ordularımızın dağıldığı, Kuva-yı Milliye şeklinde direnişler gösterdiği, sosyal, ekonomik, siyasi, askerî, psikolojik olumsuzlukların üst üste yığıldığı yılgınlık ve umutsuzluk ortamında Türk milletine yeniden doğruluş ve ayağa kalkış için ümit ve şevk telkin etmektedir. Ordularımıza ve milletimize moral vermektedir.
“Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” mısraının kaynaklarından biri de şudur: Denizli’nin işgal tehdidiyle karşı karşıya kaldığı günlerde 1 Temmuz 1920 günü Denizli Türk Ocağı, Ankara’ya bir telgraf çeker ve bu telgrafta şu ifadeye yer verilir: “Denizli gençliği, bir fert kalıncaya kadar canını feda etmeye and içti.”
“O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;”: Bu mısra, bayrakla millî varlık ve bağımsızlığın özdeşleşmesi imgesini verir. Vatanımızın üzerinde hür bir şekilde dalgalanan Türk bayrağı, milletimizin yıldızıdır ve parlamaya devam edecektir. Her canlının gökyüzünde bir yıldızı olduğu, o canlı yaşadıkça yıldızının parlamaya devam ettiği, ölünce yıldızının da söndüğü inancı vardır. Bu durumda Türk milleti var oldukça yıldızı olan millî bağımsızlığı parlamaya, gökyüzünde bu bağımsızlığın simgesi olan bayrağı dalgalanmaya devam edecektir.
“O benimdir, o benim milletimindir ancak.”: Bu mısra da bayrağı korumada ferdî ve sosyal sorumluluk bilinci imgesini verir. Bu mısrada kullanılan “benimdir” ve “milletimindir” kelimelerinin özel bir anlamı var. Biz, Türk bayrağına hem fert fert hem de toptan millet olarak sahip çıkarız. Herkes hem tek başına hem de millet olarak bayrağa sahip çıkma sorumluluğunu üstlenir. Şair burada bize bir sorumluluk yüklemektedir.
Yani Türk vatanında Türk milletinin tam bağımsız ve bağlantısız, hür bir Türk varlığı olarak yaşama iradesi, sadece Türk milletine aittir. Türklerin bağımsızlığı, başkasına devredilemez, manda kabul edilmez, devletimsi emperyalist Batılı Haçlı çetelerin hâkimiyeti altına giremeyiz demektir bu. Türk milletinin idaresi, Türk milletine aittir. Şair, burada esir olmama, köle olmama, sömürge olmama, manda olmama, hür ve bağımsız bir devlet olarak yaşama irademizi ortaya koyuyor.
“Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”
Bu kıtada bağımsızlığın üzerine titreme imgesi vardır.“Hilâl” simgesi, teşhis sanatından da yararlanılarak millî bağımsızlığı temsil etmek üzere belirgin kılınıyor. Hilâl, yeni ay demektir. Yeni doğmuş, ince çatılmış kaşa benzer. Fakat 26. ve 27. gecelerdeki aya da “hilâl” denir. Bu, ayın batmaya yüz tuttuğu zamanlardır. Bu durumda Türk millî varlığının batmak üzere olduğu zamanlar, bu incelmiş aya benzetilmektedir. Çehresini çatmış ay da kızgın, sinirli, öfkeli bir hâli ifade eder.
Yani millî bağımsızlık, Türk milletine kendine sahip çıkmada gevşeklik gösterdiği için kaşlarını çatmaktadır. Ayrıca, Millî Mücadele bir yönüyle hilâl-salîb (haç) yani Müslümanlık-Hristiyanlık savaşıdır. Dolayısıyla hilâl, aynı zamanda tüm İslâm dünyasını, İslâmlığı temsil eden bir simgedir. “Hilal” kelimesini oluşturan harflerle “Allah” kelimesi de yazılır. Yani her iki kelimenin harfleri aynıdır. Dolayısıyla biz minarelerimizin ucuna hilal motifini koyarken aslında oraya simgesel olarak “Allah” kelimesini ve onun temsil ettiği değerleri yazmış oluyoruz.
Burada hilal, mecaz-ı mürsel sanatıyla bayrağı temsil eder. Hilal, Türk bayrağının bir parçasıdır. Parça söylenerek bütün kastedilmiştir. Bayrağın nazlanması, millî bağımsızlığın Türk milletinden uzaklaşır gibi olmasının imgesidir.
Ayrıca, nazlı hilâlin surat asmasının (çehresini çatması) sebeplerinden biri de o dönemde işgalci devletlerin kendi bayraklarını çeşitli şehirlerde asmasıdır. Özellikle İzmir, İstanbul gibi şehirlerimizde bol miktarda her yere Yunan bayrakları asılmıştı. Maraş’ta Fransız bayrağı asılmıştı meselâ. Nazlı hilâlimiz yani Türk bayrağımız bunun için surat asmaktadır. Ülkemizde başka bayrakların, başka hâkimiyetlerin varlığına katlanamamaktadır.
Bir de nazlı hilâl, nazlı sevgiliye, geline benzetiliyor. Divân edebiyatımızda sevgilinin kaşları hilâle benzetilir. Türk bayrağı da Türk milletinin sevgilisidir. Divan edebiyatında sevgili, âşığına karşı daima tegafül, kayıtsızlık hâlindedir. Kaşlarını çatarak ters ters bakar ve yüz vermez. Nazlıdır, sevgilisini kaşların çattığı için üzer. Ayrıca nazlı gelinler kuma istemezler. Evlerinde başka kadın istemezler. Başka kadın olursa surat asarlar. Türk bayrağı da kendi evi olan Türkiye’de başka bayrakların dalgalanmasını hiç istememiş ve bunu gördüğünde suratını asmıştır. Âkif o zaman haklı olarak Türk bayrağının yanında başka bayraklara tahammül edememiş yani Türkiye’de sadece Türk istiklâlini istemiş, idaremize başka milletleri ve devletleri ortak etmek istememiştir.
“Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?”: “Kahraman ırkım” ifadesindeki “kahraman ırk”, Türk milletidir. Burada kan bağına dayalı etnik anlamda bir ırkçılık yoktur. Tam tersine Âkif’in ırkçılık yapmadığını görüyoruz. O geniş görüşlü, olgun, akıllı bir Müslüman-Türk aydınıydı. Kendisi etnik köken bakımından Arnavut’tu. Nitekim bir şiirinde bunu belirtir:
“Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum...
Başka bir şey diyemem..., İşte perişan yurdum!...”
Türk-İslâm kültürüyle yetişmiş Âkif kişiliği, kimliği, kültürü bu topraklarda şekillenmiş, bu toprakları ve bu milleti benimseyerek kendini Türk hissetmiş ve öyle kabul etmiştir. Nitekim Zağanos Paşa Camii’nde verdiği bir vaazda şöyle der:“Osmanlı saltanatını i’lâ (yükseltmek) için Karesi (Balıkesir)’nin bu kahraman İslâm muhitinin (çevresinin) vaktiyle büyük fedakârlıklar gösterdiği herkesin malumudur. Rumeli’yi baştanbaşa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdi. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz.”
Kahraman Türk ırkının, tarihte olduğu gibi o gün de son Haçlı sürüleri olan emperyalist Batılı işgalcilere karşı Anadolu topraklarını, Türkiye’yi savunacak olması onu heyecanlandırıyor. Burada Avrupalı ırkların Türk ırkını ezmesi, yok etmeye, tarihten silmeye çalışması söz konusudur. Yani barbar, saldırgan Avrupa ırkçılarına karşı yok edilmek istenen Türk ırkının korunması isteği ve savunması görülüyor. Burada bir ırkçılık aranacakça, ancak Batılıların Türklere karşı uyguladığı katliamcı bir ırkçılıktan söz edilebilir.
“Kahraman ırkım” diye hem kendini Türk kabul etmesi hem de Türk ırkının tarihsel bir gerçeklik olan kahramanlığını belirtmesi şovenlik, ırkçılık değildir. Burada Âkif, Türk ırkını başka ırklarla karşılaştırıp Türklerin onlardan üstün olduğunu, ya da Türk ırkının seçkin, kutsal bir ırk olduğunu filan söylemiyor. Burada Türk ırkı başka Müslüman ırklarla karşı karşıya getirilmiyor. Kanı, kökeni, ırkı başka olan insanların bundan gocunmasını, alınmasını gerektirecek bir durum yoktur. Bundan ancak kendi ırklarını üstün ırk görenler ve Türk düşmanları gocunabilir.
Âkif, Türk-İslâm kültürünün yoğurduğu bir asil evlat olarak tüm Müslümanları tek bir millet olarak görmüş, bu anlamda İslâm milliyetçiliği yapmış, hayatını buna adamış bir insandır. Nitekim “sınırlarımız içinde kalan her ırkı milletdaşımız sayıyoruz” der. İslâm kavimleri arasında Türk ırkının kahramanlığını vurgulaması onu gururlandırmakta, kıvandırmakta ve gönendirmektedir. Âkif, kökeni, ırkı ne olursa olsun bu vatanda yaşayan herkesi Türk milleti şemsiyesi altında değerlendirmiş, geniş ufuklu bir aydındır.