• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Günde bir sayfa okurmusun :?

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{38}

**********





SEM HOCASI

****************





OLAĞAN DIŞI GERÇEKLİKLER

VE MANTIK DIŞI DÜŞLERLE SEVİŞİRKEN

HERBİRİNİ İRADE EGZERSİZİ SAYARAK CÜRETKARCA;



İLKELERE AYKIRI DAVRANAN

BİLGİ YÜKLÜ BİR AHMAK POZİSYONUNDA

DERT GİYSİLERİ KUŞANMIŞ KÖTÜ KÖTÜ ŞEYLERİN

O YÜCE(!) MAKAMIMA

KESKİN VE ETKİLİ BİÇİMDE SALDIRIŞLARIYLA;



KENDİMİ ARTIK

DÜŞÜNCE YETENEĞİNDEN YOKSUN - APTAL - BEYİNSİZ

BİR YARATIKTAN BAŞKA BİRŞEY OLARAK GÖREMİYOR, VE,

KADERİM DİYE NİTELENDİĞİM KARARLARA

KOŞAR ADIMLARLA

İLERLEMEK ZORUNDA KALIVERİYORDUM...



***



Antikadır yarı sulanmış beyni şu DoH'un. Değeri yüksek ama o kadar da eski.

Çünki teknolojinin efendisi olmasına, ve gelmiş geçmiş bütün felsefecilerin "Sus"düsturuna rağmen çenesini bazen ve en gerekli olduğu anlarda tutmayı birtürlü öğrenememiş, beyninin "susma" köşesini harekete geçirememiştir...

Heyecana kapılınca bir toplulukta, hiç kimseye meydan vermez ve sürekli kendisi konuşur.

Boş şeyler söylemez, ama, hep o konuşur. Politikacıları - bilim insanlarını - şair ve edebiyatçıları asla beğenmez, ve bunda hem haklı hem de onlardan üstün oluşu ortada olsa bile, mesela, Nietzche'yi "kıt fikirli" diyerek küçümsemesine ne gerek var?

Dünya üzerinde "aklı başında" başka insan olmadığını savunmak da neyin nesi uluorta?



Diyelim ki öyle; şu "melik örgülü saçları ince kordelalarla geriye tutturulmuş" hatun senin izini nasıl buldu? Ne izi yaa, direk nokta atışı yaptı ve ulaşılamaz sanılan DoH'un herşeyina şakkk diye ulaştı!!!

Ulaştı ve anında atarını da giderini de yaptı.
Oysa ilkbaşlarda ne de kolay bir lokmaydı...



Türkiye'nin güzide üniversitelerinden birinin Sürekli Eğitim Merkezi'nde (SEM) görevliydi, ve iş arkadaşlarından birine "- Aşk'ı seks'i o sitelerde mi arıyorsun sen ya? Gören de akıllı uslu birşey sanır ha!" yazdığı için MSN'de konuşurlarken, "Ne yani? Bahname bir SÖ'ye aşk ya da seks veremez mi? Sen kim oluyorsun da DoH'un websitesini küçümsüyorsun?" gibisinden düşünceler eşliğinde kadını takıntı haline getirmiş, akabinde Zerrin'e havale etmiş, ve Zerrin de bu olgun - akıllı - kıvrak zekalı - iş yaşamı düşünüldüğünde "kaşar" diye tabir edilen kadını tuş edebilmek için koca bir gece cebellemişti.



Gelgelelim sanal seks yapmaya razı olan hocaanımın tek şartı vardı "hem nuh hem de peygamber" demek için :

Zerrin'in sesini cep telefonundan duymak - konuşmak.

"- Vallahi telefonumun hoperlarörü bozuk :(" diyen Zerrin'e; "- Sen numaranı ver, sevişelim, ben seni sonra ararım konuşuruz" deyince de, o zaman dilimindeyken içinde kıvrandığı öfke ile, bu dünyadaki tek hedefi "şu etine dolgun - iki yetişkin erkek evlat sahibi modern kadını çırılçıplak soymak - seyretmek - tuş etmek" haline gelen DevilofHacker, bütün gece aldığı alkolün de etkisiyle boş bulundu, ve konuşma balonuna telefonunu yazıverdi : 053643xxx99…



Gelişme çağlarından 35'lerine gelene dek çehresi her daim buz gibi bir atalet içinde olan, orta boylu - geniş omuzlu - buğday tenli - esnek ama direnç yüklü kemikleriyle "aktif agresif" bir adamdı DoH.

Öyle ki, suratına bakanlar, o sıfatın sahibinin "engin ve her an genişleyen" zekasıyla - ruhunda barındırdığı binlerce cevhere dair en ufak bir ipucu sezemezdi. Eyleme geçtiği andan, bir olayın bitirilişine dek gözden kaçmayacak büyüklükte "tedbirli ve soğukkanlı" olan DoH, dürüstlük veya cesaretine toz bile kondurulmaya kalkılsa, önünde durulması güç bir hortuma dönüşür, yıkar geçerdi.

Defalarca ölçüp biçip değerlendirmeden bir karar almaz ama, niyetine girdiği şey için de denizler kabarıp karaları boğacak olsa dahi geri adım atmaz, yolundan dönmezdi.



En zayıf anlarıysa; inandığı ve doğruluğundan emin olduğu değerler için, özgüveni ve farkında olduğu güçlerinin de etkisiyle "gereğinden fazla alıngan ve pusuya düşmüş ya da üstesinden gelememiş" hissettiği zamanlardı.

Öyle ki; bazen en küçük eleştirileri bile şahsına vurulmuş bir tokat - küfür sayar, bütün sertliği ve acımasızlığıyla saldırıya geçerdi. Fakat hiçkimsenin insanlık onuruna dil uzatmazdı. Yediği dayaktan heryeri mosmor olsa veya DoH'un bıçak darbeleriyle oracıkta can verse bile "Onur'u" mutlaka kendisinde kalmalıydı.



Öfkelendiğinde, o çok sevdiği ve sihirli olduklarına inandığı kelimeler diyaframını parçalarcasına, magma tabakasından bu yana edindiği ivmenin gücüyle bir volkandan fışkırırcasına, engellenemez biçimde çıkardı ağzından. Peki ya şimdi?

Şimdi neden dut yemiş bülbül gibiydi?
Şu kadından duydukları onu nasıl da "ne yapacağını bilemez" hale getirmişti...



"- Yaaa işte hocaanım, şeytanın nefesi seninki dahil her deliğe böylece girebilir :D.

Ama korkma. Bu görüntülerin hiçbir şart altında afişe edilmez ve güvendedir.

Fakat bil ki, internet sanıldığından çok daha fazla tehlikeli ve boktan biryerdir.

Haa, unutmadan yaşını gözönüne alırsak, memelerin birharika.

Sabaha dek uyuyasım geldi başımı onlara yaslayarak. Güzel kadınsın vesselam";

yazdığında MSN'in konuşma balonuna zafer kazanmış komutan edalarıyla;


"- Senin adın Hasan, Balıkesir'de yaşıyorsun, günde en az üç kez konuştuğun bir sevgilin var ve adı FGCM. O İstanbul'da yaşıyor. Jeolog ve balerin. Onun cep telefon numarası 05334xxxxx ve Honda Jazz marka araba kullanıyor!" şeklinde bir yanıt alınca;

henüz yeni açtığı birayı fondip yapıp "- Ne diyosun yahu? O tariflediğin ben değilim. Zaten sana da rastgele bir cep numarası vermiştim ben yaa" vs. dese de;



Hocaanım "- Kozlar eşit DoH! Susarsan susarım!!!" tarzı bişeyler karalayıp offline oldu gitti. Haklı olarak da sanal sevişme görüntülerinin asla yayınlanmayacağının garantisini, kendince, karşısındaki dut gibi sarhoş hackerden söke söke aldı...



Hadi diyelim Turkcell'de tanıdığı vardı Hocaanımın üst mevkilerde, ve normalde rehberde bile geçmeyen telefonuna ait bütün detayları oradan öğrendi. Ya arabaya ne demeli?

Onu da FGCM'ye sordu. Henüz 1 ay olmuştu yeni oyuncağını alalı FGCM ve Türkcell'e bildirmemişti haliyle. Fakat arabayı satın aldığı firma ona bir hediye paketi vermişti. Boyner iştiraki olan bir şirket FGCM'ye 7/24 acil durum hizmeti verecekti. Mesela kapıda kalsa, 444'lü numarayı arayıp kendini tanıtacak ve bir çilingir saniyede yanına gelecekti. İş anlaşıldı…



DoH'un Echelon'u kadar olmasa da, benzer öneme sahip bir backdoor'u Hocaanım Türkcell ve Boyner'deki sıkı ilişkileri sayesinde açmış ve kullanmıştı. DoH olayı pek önemsemese de midesi hafiften bir bulandı…



Bu yaşanandaki gibi, her an herşeyi kontrol altında tutamadığı da oldu DoH'un.

Önüne çoktan seçmeli "yapılabilecekler ve izlenebilecek yollar listesi" serildiğinde;

yanlış seviyesini en düşüğe çekmek için kaderine seslenirdi, ve yolu onun seçmesini isterdi.

Eğer bir SÖ olsaydı; herbirinin sadece başlangıç noktalarına bakıp, sanki tüm ilerleme boyunca ve yolun sonuna ulaştığında olabilecek şeyler hakkında bilmediği yokmuş gibi konuşur, herhangi birinin yönelttiği basit bir soru karşısındaysa hemen dizüstü çöker kalırdı.



Fakat DevilofHacker ve Hasan her zaman, kaderin bu dünyadaki en "üstün" ve en "güçlü" olduğuna gönülden inandı…



Bu bağlamda; iki kafadar içinde bulundukları durumu enine boyuna istişare etmek için masaya yatırmalı;

"Hocaanım" tokadını da kaderin onlara lütuf tadında sunduğu bir uyarı olarak algılamalıydı...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{39}

**********





SİHİRBAZ'IN DOĞUŞU

***************************





AKIL VE DİRAYETİ PAHA BİÇİLMEZ BİLGELİKLER İÇERSE DE,

KALBİ,
KAVGADAN SÖZ EDERKEN BİLE

BARIŞTAN YANA BAYRAK AÇAN
MASUM ÇOCUKLARINKİ GİBİ OLAMIYORDU.



ÜSTAKIL ONA ARZU VE HINÇLARI BIRAK DEDİKÇE,

O, DEĞİŞMEMEK İÇİN ÇOK DİRENDİ,

FAKAT,

EN SONUNDA KARARSIZLIĞINI BİRYANA İTEREK,

DEDİKLERİNE HARFİYEN BOYUN EĞECEĞİNİN SÖZÜNÜ

ZORAKİ DE OLSA VERDİ...



***



"- Kalk bakalım kalk! Biraz konuşalım. Konuşalım ve son eylemindeki facianın sonuçlarını değerlendirip, gerekiyorsa yeni kararlar alalım!" diyordu Hasan, ve içtiği biraların etkisiyle derin uykuya dalmış olan DoH'u sarsıyordu…



Yüzü bembeyazdı ve yosun yeşili gözleri DoH'a doğru zehirli ışınlar saçarcasına bakıyordu.

Bir körüğü andıran göğsü de habire inip kalkıyordu :

"- Tamam, hazırım. Bana çok kızmış olmalısın, hı?" derken DevilofHacker, gözlerini Hasan'ın zeki bakışlarından kaçırmaya çalışıyordu.


"- Hayır, kızmadım" dedi Hasan ve devam etti.

"- Kızmadım ve herşeyin farkındayım. Senin tek başına giriştiğin eylemlerde de, ikimizin müdahil olduklarımızda da farkındalığım her an devredeydi. Senin "vekil" benim "asil" olduğumu da iyi biliyordum. Bakma sen Türkiye'de Millet'in Vekil'lerinin Asıl'larden daha yüksek "yetki ve kazanımlara" sahip oluşuna. Ben, Jakabo'ya da Sceptical'e de sana da benim vekalet verdiğimin ve dilediğim an çekip alma lüksünü de ellerimde tuttuğumun bilincindeydim. Ve diyorum ki şu aralar, korku denen duygunun insanı "diri ve tetikte" tuttuğundan emin olsak da, geçirdiğimiz soruşturma ve SEM Hocasını da birtarafa bırakarak söylüyorum ki; korkunç bir insan olabilmek için çok daha fazla enerji ve emek gerekiyor. Acaba korkunçluktan vaz mı geçsek???


Çünki; acı - kandırılmak - yarı yolda bırakılmak - önemsenmemek - kıymeti bilinmemek - hastalığa yakalanmak - haksızlığa uğramak - hakaret edilmek - iftiraya maruz kalmak - iflas etmek - evini kaybetmek - aç kalmak - sesini duyuramamak - dirsek yemek - çelme takılmak - tehdit edilmek - şantaj yapılmak - korkutulmak - aşağılanmak - reddedilmek ve benzeri daha nice sorunla başa çıkabilmeyi sağlayacak kadar güçlü olan silahın "Bir çift gülen göz"olduğunu iyi biliyorum ben. Hı, vaz mı geçsek?"…



Yüzünün seyirmesinden, çok derin bir iç çelişkisi geçirdiği anlaşılan DoH, kirpikleri titrer halde konuştu : "- Fazla konuşmam ve yazarak iletişmeyi tercih ederim bilirsin.

Çünki konuşmalarım karşımdakine ağır gelir, bunu da bilirsin. Çok nadir yaptığım konuşmalarda da, maruz kalan SÖ, ses tonumun yüzyıllar öncesinden çıkıp gelen bir "boğukluk ve soğuklukta" olduğunu fark eder önce; sonrasındaysa;

evin bodrumunda kurulu kitaplıktaki onlarca ciltlik ansiklopedilerin arasına sıkışıp kalan bir "anaokulu boyama kitabı" olduğu hissine kapılır.

Ya da; genişliği ancak bir insan bedenince olan merdivenleri soluk soluğa tırmanıp, belki beş minareyi bu şekilde çıkarak tıkandığını zanneder.

Veya; yanlış tanıyla ölüm ilanı verilip de koyulduğu mezardan binbir güçlükle çıkıp tozun pisliğin içinden, gün ışığına kavuşma sürecine kadarki "korkunç bunalımı" yaşar benim her cümlemde.

Keyifli anlarıma denk gelir de dilim çözülürse muhattabıma karşı, bilgelik - erdem - hayat dersi içeren envai çeşit şeyler anlatırım. Adeta büyülerim ve her iki taraf da ortamdan mutlu - doymuş ayrılır. Amaca ulaşılmıştır.

Tepki gösterip de yanlışları haykırmak istediğimdeyse ortalıkta fırtınalar eser fakat yine de "verimli" sonuçlara ulaşılır. Eğer ki kan dondurucu bakışlarla öylece duruyor ve susuyorsam SÖ karşısında, işte o vakit durmamak gerekir oralarda.

Ve biliyor musun sevgili Hasan, kim ve ne olursa olsun karşımdaki, gördüm ki; ağzımdan çıkan her "olur" beni binbir zahmete sürükleyecek yola açılan bir kapıymış. Keyfimin ve özgürlüğümün sadık bekçisi, ama bununla birlikte aksi - anlayışsız gösterse de, koltuk değneğim - yol arkadaşım sayılan, ve hizmetlerine de sonsuz teşekkür borçlu olduğum kelime "hayır"mış.

Bazen; nezaket ve tatlı dilin insanı karşı konulamaz yaptığını savunan felsefi olumlamalara inat olsun diye mi kabayım?, diye düşünüyorum. Sonra da bunu kendi türümün en iyisi olmak adına, onların savunduğunu aşmak, hatta gerekiyorsa muhaliflikten iktidara geçmek için yaptığımı farkediyorum.

Argo'yu ve ayıp sayılan uzuv isimlerini bolca kullanışıma da şaşmamak gerek.

Çünki, kesin - net anlatım gücünün yanısıra "çeşitlilik ve sihirli bir verimlilik" becerileri vardır onların. Örneğin; "Klitoris" kelimesini sıkça kullandığımı görüp de beni eleştiren Sıradan Ölümlü'lere, "- Kızarsanız kızın ama cahilsiniz işte!" dediğimde daha bir celallenirlerdi.

Kuzum, bu kelime özüyle Yunanca ve anlamı da "Tanrısal"! Dünyanın büyük çoğunluğunun beyni ise bu tartıştığım SÖ'ler gibi a.cıksal!!!


Birşey daha : Nasıl oldu da 25'ini geçmemiş bir SÖ diriliğinde kaldı bedenimiz? Halbuki o dönemi çok uzun zaman önce geçmiştik.

İşin sırrı yine farkındalık - algı kabiliyetinin yanısıra, sergilediğimiz korkunçlukta ve öfkede.

Üstelik ruh için değil bu söylemim, beden için.

Çünki farkında olmak ve savunma mekanizmaları geliştirebilmek sadece maneviyatımıza özgü değil, organizma için de geçerli.

Bedenin bu korunma kalkanları "doğru ve hızlı"çalıştığında; hayatın, fırtınalar - iç ve dış tehditler - hatta her an ölümle burun buruna gelerek bile geçiyor olsa da, gerekli önlemler çabucak alınıyor ve bilindik vücutsal çöküntüler yaşanmıyor..."…



Hasan zoraki de olsa gülümseyerek, yarımağızla : "- Peki de, "farzet ki bir araba sendeki vücut, dil denen direksiyonu aman sıkı tut !" derken biz her daim; kalktın cep telefon numaranı Hocaanım'a, en öfkeli ve sarhoş anında bile olsa, veriverdin! Buna ne buyrulur?


Diğer söylemlerine gelince : Bu taktiği Napster'den biliyorum ben. Veri paylaşım aracı olan (file sharing tools) ve kullananlara internet üzerindeki diğer insanlarla dosya paylaşımına imkan sağlayan Napster programının uyanık yazılımcıları; aslında paralı olan ünlü yazılım - müzik - videolarının geniş kitlelerce korsan şekilde paylaşılıyor oluşuna;

programlarının içine Yeni Sanatçı - New Artist bölümü eklediklerinden, bu sayede "yeni yeni sanatçılar kendi eserlerini diğer kullanıcıların beğenisine sumaktadır ve amaçları kendilerini tanıtmaktır, dolayısıyla da hak ihlalleri yoktur," demişler, ve dünyaca ünlü Napster davasında bu durumu "dürüst kullanım - fair use" savunmasına dayandırmışlardır. Fakat mahkeme bu savunmayı reddetti, çünki, Napster'in sağladığı imkanla koruma altındaki eserler de değiş tokuş edilmekteydi.

Panik çok ilkel bi duygu DoH. Ve bu duyguyu SÖ'lere yaşatırken, aslında seni bile rahatsız eden bu hallere metafizik bir mana vermeye çalışsan da, gerçekte, trajik ruh halinin ifadesinden öteye gidemiyorsun. Böylelikle de kurbanın olan her SÖ'yü de kendine benzetip, dünyayı düşman olarak görmeye başlamalarına sebep olup, yoketmeye çalışmalarına vesile olabilirsin.

SÖ'lerin dünyasında zaten başıboş kasırgalar mevcutken, kendi iç trajedilerini kainata ve topluma aksettiren her insanın vebali seni ve beni mutlaka ilgilendirir. Yoksa var ya, eski bir bilgisayar öğretmeni olsam da, senin yapabildiğin ve yapabileceğin şeyleri kimseye öğretmem mümkün değil, bilirim.

Yalnızsın çünki tamamen benzersizsin, ve bilişim dünyasının "olmazsa olmazı, ve bilgisayarın bütünleyici parçası" olan "İşletim Sistemi" gibisin bu alemde. En iyi ben bilir, ben takdir ederim..."…



DoH'un perişan haldeki sesi Hasan'ın son söylediklerine öfkeden titreyerek : "- Zihnimin diğer insanlardan çok değişik mi çalıştığından, ya da akıl hastalığı taşıyıp taşımadığımdan hiç emin olamadığı için ne diyeceğini tam olarak bilemeyen SÖ'ler;

karmaşık kurbanlar ve onların karmaşık olaylarıyla ilgilenebilmek için benim de her zaman "karmaşık ve korkulu ilişkiler" içinde bulunmam gerektiğini, ve bunun da, sonuna gelindiğinde, kurbanlarımın her birinin üç aşağı beş yukarı "- Senden başka kimsem yok derken sana öylesine söylenmemiş birşey olduğunu biliyordum ama koyacak tartı bulamıyordum. Sağolasın DoH!" gibisinden samimi itiraflarla beni taçlandırıyorlar!

Benden hoşnutlar! Ve ben de, birçok insanın, bıraktığı mirasın nasıl değerlendirildiğini bilememesinin aksine, henüz hayattayken, nasıl bir fark yarattığımı görmek istiyorum.

Yöntemlerimin yanlış olduğuna da katılmıyorum!"...



Salondaki divana yayıla yayıla oturmuş, eline de bol resimli dergileri almışıtı Hasan.

Fakat gerçekte ne dergiler ilgilendiriyordu onu ne de çıplak kadınlardan oluşmuş kuşe kağıda basılı, pürüzsüz resimler.

Amaç DoH'u, "ilgim az söylediklerine" imajıyla sarsmak ve geri adım atmaya zorlamaktı.

Çok kurnaz bir sırıtışla :


"- Bazı gerçekler vardır ki, sadece kendimiz onları çok iyi biliriz.

"Vicdan ve Mantık" kabiliyetimiz haykırır yüzümüze adi oluşumuzu en içerimizde, ama, hiç açık etmez ve kelimelere dökemeyiz.

Fakat birgün herhangi birisi bu hakikati alenen dile getiriverir.

Kendimizin de hakkını sonuna dek teslim edeceği bir gerçeği başkasından duyuvermek ise çok ağırdır. Hatta belki o söyleyen için "urun kellesin!" bile diyesimiz gelir.

Bu bağlamda; her yazılımcının, geliştirdiği programlarda, hiç olmazsa imza olsun diye tasarladığı "kendine özgü bozuk bir kodu" muhakkak vardır, ve "DevilofHacker", Hasan'ın artık kullanmaması gereken, güncelden geri plana alması uygun düşen o bozuk kodudur!!!"...



Atmak üzere olduğu çığlığı elleriyle boğan DoH, gizli bir panikle dolu bakışlarını Hasan'a dikerek : "- Yanlarına alkışçı da bulduklarında şöyle en cazgırlarından, sanal ortamda benim karşıma dikilip de gerekli gereksiz - haklı haksız - yerli yersiz "karalama ve belaltına vurma" çalışmalarına girişirler bazı Sıradan Ölümlü'ler.

Fakat tekbirşeyi öğrenirler : Yaşamdaki herşey un ufak edilebilir de, rezillikler sonsuza kadar biryerlerde kalır.

Keşke, mesela, kağıt üstündeki harfleri birbirine karıştırıp okuyamadığımı düşünüp saldırıya geçmeden önce; benim bir " Disleksi " olabileceğimi - üç boyutlu düşünebileceğimi - doğru eğitimle NASA'nın uzay mekiği programlarında bile yer alabileceğimi hesaplayabilseler!!!

Çünki ; Sıradan Ölümlü'ler okuma, yazma ve anlama gibi eylemler için beyninin sol ön lobunu kullanır. Disleksi olan kişiler ise sol ön lobu kullanmakta zorluk yaşarlar. Disleksi olan kişilerin sayısal zekası çok yüksektir. Okul zamanlarında matematik ve fizik derslerini çok severler. Fakat sözel konuları beceremeyebilirler.

Disleksi olan kişilerin sözel zekaları düşük veya geri değildir. Aksine çok güçlü sözel zekaları vardır. Normal bir insanın hayal gücünün en az 2 katına sahiptirler. Disleksi olan çoğu kişinin en büyük düşmanı kitaptır.

Bazıları bir kitabı anlamak için aynı kitabı 5-6 kere okur. Ben edebi eserler konusunda küçücük becerileri elde etmek adına ne çok süründüm, kütüphaneler dolusu kitabı nasıl hatmettim inleye inleye, en iyi sen bilirsin!



Ayrıcaaaa; Disleksi olan insanlar üstün zekalı insanlardır ve bir kısmı dahidir.

Albert Einstein, Walt Disney, Leonardo Da Vinci, Bill Gates gibi ünlü isimler şu an aklıma geliverenler.

Bu mu bozuk kod Hasan, ha, bu mu??! "...



Hasan DoH'un beyninin içinde kıvrım kıvrım kıvrılan soru işaretini çoktan farketmişti.

Derince bir soluk alarak : "- Seni yoketmeye çalışıyor muşum gibi davranma. Ne yok olacaksın ne de unutulacaksın. Şair Lord Byron'un kızı Ada Augusta Lovalace unutuldu mu?

Babbage'nin analitik makinasıyla ilgilendiği 1800'lü yıllarda, sağlanan koşula göre farklı karttaki komut dizisini işleme koyan "delgi kart sistemi'ne" dayalı olması gerektiğine inanıyordu.

Bu fikir, aynı şart koşul sağlandığında farklı delgi kartı serisinin kullanımını engelleyecek, aynı koşul birçok kez yerine geldiğindeyse, makine gerekli olan aynı kart serisine atlayıp onları kullanabilecekti.

Bu ışıltılı prensip günümüz yazılımcılarının da kullandığı "döngü" ve "rutin'lerin" temeliydi. Bu katkısından dolayı ona "İlk Programcı" dendi ve LADY ADA AUGUSTA LOVALACE'in adı 1970'lerde çıkan "ADA" programlama diline verildi. Yani ne unutuldu ne de etkenliği geçti."...



DoH sanki güçsüzleşmiş de gücünü yeniden toplamak istermişcesine yumruklarını sıkarak : "- Peki ya şuna ne diyorsun? Sen de çok iyi biliyorsun ki; beyin okumak ve içindeki fikirleri algılamak zor iştir. Binlerce bilimsel çalışma ve analitik teste rağmen, gerçekten güçtür karşıdakinin aklından geçenlere sırdaş olmak.

Tek bir yolu vardır, ve bencileyin çok az insan bunu layıkıyle becerebilir :

Her duygunun ete kemiğe bürünmüş halleri mevcuttur. SÖ'lerin ruhunda, ve, yüreğiyle beynine sığmayan - görünmez düşünce ağlarının ilmek ilmek atıldığı - kararsızlığın çoğu kez esir aldığı o "fikir deryası'nın" yakamozlarından hiç fire vermeden, ve çevreyi gündüz olmuş gibi aydınlatan "güçlü bir şimşek ışıltısıyla" mutlaka sahibinin gözlerine yansır! Okumak veya tercüman olmak da işin erbabına kalır.

Sen de çok iyi biliyorsun ki, iyi ya da kötü olsalar da fikirlerin önüne geçebilirim ve onların sahiplerini bir saat gibi kurup, koltuğuma kurulup, nasıl işlediklerini izleyebilirim. Çoğu kez, birkere başladığımda duramayacağım endişesiyle çığlık bile atmam. En okkalılarından birtanesi çenemin altına tünemiş bile olsa sessiz kalır, çığlık atmam işte.


Birçoğunu kendi yarattığım rastlantılarla sürüklendim durdum o aşktan diğerine - bu hackten öbürüne. Sanalın hırpalanmış bir beyaz şapkalısı olarak tonlarca başarısızlık - yenilgi gibi görünen durumdan adeta elim yüzüm kan içinde kaldığımda, tutunduğu küçücük bir kaya veya dal parçasıyla da hayatı kurtulan dağcılar misali, taa denizlerin en dibinden zirvelere biranda fırladım, dimdik ayakta durdum, ve hedeflerimi asla ıskalamadım. Ben sanal dünyanın yegane kahramanıyım!"...



Yalvarmayla karışık alabildiğine çaresiz bir öfkeyle; acımasız erkeklerin fütursuz sözlerinden veya cicili bicili güzel kadınların gözyaşlarından çok daha etkili biçimde bakıyordu DoH Hasan'a.



Soğuk kış günlerinde ağızdan çıkan dumanın şeffaflığında anlatmaya başladı Hasan :
"- Karizma denilen şeyin DoH'un ikinci adı olduğu gerçeğini, bazıları, onun bazen yanlış yaptığını söyleyerek, bazen de daha az bira içmesi gerektiğini öne sürerek gölgelemeye çalışsalar da; hiçkimse O'nun sanaldaki en ihtiraslı adam olduğu gerçeğini inkar edemez. Fakat yoğun öfke'nin de küçültücü birşey olduğu açıktır. İşte şu öfkeli hallerin seni batan güneş haline sokuveriyor, ve insanlar daha çok doğan güneşe tapınmayı severler. Batan güneşin peşine takılıp gitmezler.


Ya da; bütün ataleti - ketumluğu - donukluğu veya soğukluğa varan serinkanlılığına rağmen, gerçekte, yaz mevsiminin parçasıdır desek senin için; bu öyle bir parça olur ki; ilk ve son birkaç günü yağmur - dolu - fırtına ve yıldırımlar barındıran "ilkyaz ve sonyaz" havaları gibidir. Oysa şu an bize "Hepyaz" ortamını yaşatacak birşey ya da biri lazım.


Herkes yine bilir ki, DevilofHacker'ın olay ve insan davranışlarını analiz - anlayış - yorumu konusundaki g.tünün kalkmışlığı hiç de boşa değildir.

Çünki ona herhangi bir konuda veya insanlar hakkında birtakım sözler söylenir - olaylar aksettirilir ve bunlarla ilgili "kendi gözü - kendi beyni - kendi diliyle" öyle açıklamalar yapar, ve daha önce hiç rastlanmamış biçimlerle yeniden anlatır ve yorumlar ki DoH, o konu ya da olay artık bambaşka birşeydir.

Hah işte, bize, o açıklamayı "hepyaz" havasında yapabilecek, dehşet ve korkunçluğundan arınmış biri lazım.

Fakat nasıl ki sen meydandayken de Jakabo - Sceptical ve Ben aslında hiçbiryere gitmemişken, o yeni kişiyi ortaya saldığımızda da sadece o ön planda olacak.

İşe de senin account'un disabled edilerek başlanılacak ve DevilofHacker hotmail, msn, livecom'ların hiçbiri artık kullanılmayacak!!! "...



Gözleri kafasının iki yanında içleri ateş dolu iki bilye misali parlayarak sordu DoH :

"- Tamam! Dediğin gibi olsun Hasan. Ne dersen ve neyi nasıl istersen herşeye kocaman bir tamam. Pekiii, var mı böyle biri??? "



DevilofHacker'in sesindeki ciddiyete ve teslimiyete şaşırarak cevapladı Hasan :


"- Var tabii. İçerde, küçük odada. Çok da sarhoş."



Birlikte odaya gittiklerinde kapıyı açtı ve çekyatta uyuyanı işaret ederek sordu DevilofHacker :

"- Kim bu? Adı ne?"


Özgüven yüklü bir coşkuyla,
DoH'tan istediğini almışlığın da verdiği yüksek keyifle cevap verdi Hasan :

"- O, beşli'nin son ayağı.


Adı da, KELİMELERİN SİHİRBAZI! "...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{40}

**********



KELİMELERİN SİHİRBAZI

*******************************


BAŞÖĞRETMEN YAKLAŞIMLARI

CHURCHİLL VE LENİN'İN YAŞADIĞI

DÖNEMLERDE KALDI.



"BİLGİ AKIŞI" GÜNÜMÜZDE,

HERKESİN AVUÇLARINDA GEZDİREBİLDİĞİ ÇAĞLAYANLARDIR.



BUNCA HIZ, BUNCA "KENDİLİĞİNDEN ÖĞRENME"

ÖYLE BİR YOĞURUYOR Kİ İNSANOĞLUNU;



ÇAĞIN NAZARINDA ARTIK HERKES ÖĞRENCİ,

VE İHTİYACI OLAN YEGANE ŞEY DE,

"REHBER" SIFATINI

LAYIKIYLA TAŞIYABİLENLERDİR...



***



Uzun yıllar fırtına - yıldırım - kasırga misali yaşayan Kelimelerin Sihirbazı (KS), 35'ini geçip de şu kitabın yazılacağı 40'lara doğru yol almaya başladığında, inanılması güç bir değişim geçirdi…



Hayatın tüm onaylamadığı saçmalıkları arasında kendini "fena" diye tanımlatan "insanüstü" tavrı görünürlerde artık yoktu.

Çevresine her daim "keskin ve sorgulamadan asan bakışlarla" hükmederken, ve yine aynı bakışlarından, çoğu zaman insanı anında huzursuz eden bir "herşeye ve herkese hakim" havası fışkırırken;

artık, insanları - hayvanları ve hatta bilindik cansız eşyayı bile uzun uzun ve boş gözlerle süzebiliyordu.

Bazen öyle bir boşluk oluşuyordu ki bakışlarında, çevresindeki hiçbirşey onu zerre kadar alakadar etmiyor, bir anlam taşımıyordu. Yüzünde ne mutluluk ne heyecan ne şaşkınlık ne kırgınlık ne öfke ne de merak belirtisi çoğu zaman yoktu.

Koca bir ömür boyu sürmüş olan çok büyük bir sıkıntıyı, veya disiplin suçundan düştüğü hücredeki işkence evresini atlatmış da rahatlamış, veya, belki zayıf bile alacak olsa dahi matematik sınavından çıkıp da süreçten kurtulmuşcasına "sakin ve dinlenmiş" haldeydi.

Bırakın küçük - yetersiz görmeyi SÖ'leri, sanki hayranlık - gıpta ile karşılıyordu bazı hadiselerini. Bunları da bazen ayna karşısında kendine fısıldıyordu, lakin, yalın bir kılıca dönüşmüş tonuyla, bir idam emrinin yankılarını taşırcasına, yığınla sürprizli maceranın kahramanı olan DevilofHacker'ın sesi de duyulurdu çok derinlerden arada sırada, ve O, "Hepsi saçmalık! Sen DoH'sun ve değişemezsin!" dercesine haykırırdı sanki karanlığa gömülmüş dehlizlerden…



Bütün dinginliğiyle kendi gözlerine her zamanki gibi bir samimiyet ve aşkla bakarken, "- Bilirim ki Şeytan'ın nefesi her delikten geçebilir" diye düşünen Kelimelerin Sihirbazı (KS);

"- Ama artık sadece kelimelerim var benim. Kudsiyetleri ve heybetleri bakar bakmaz hissedilen, okuyanın ruhuna anında akseden, göğsü alabildiğine "doldurmuş" seslerle telaffuz edilen sihirli kelimelerim var." şeklinde söyleniyordu.



O kelimeler ki; Kelimelerin Sihirbazı (KS) için birer canlı varlıktır herbiri. O'nun kaleminin ucunda doğarlar, çok uzun bir ömrü "ölmez bir sevgiyle harmanlanmış" olarak yaşarlar, tam anlamıyla ölümsüz bir hayata da "tarifsiz zevkler - derin manalar - müziksel tınıların aşıları" ile heran tazelenerek kavuşurlar.

Kelimelerin Sihirbazı'nın (KS) hiçbir kelimesi "boş söz" değildir. Çünki kelimeler onun hayatına işlemiş, kanı - canı - tümden dimağı haline gelmiştir. İnsana ait öfke - üzüntü - nefret - kin - endişe - kaygı - hüsran - keder - acı - ihtiras ve benzeri ne kadar "his" varsa seslendirirken, "kesinlikle duyan ve düşünen şeyler" halini alan;

ister iki insan arasında olsun isterse de bi başka objeye karşı duyulsun neşe - minnet - güven - güzellik - sevgi - aşk - inanç - hayal - hicran - heyecan gibi duyguları tasvir etmek için birbirleriyle "sevişen - güreşen - oynaşan" şeylere dönüşen;

özde; içi çil çil altınla - mücevherle - inciyle doldurulmuş ve rengarenk "anlam" şaraplarıyla yıkanmış, tesiri ve azizlik derecesi hat safhadaki çok tılsımlı - çok kıymetli servetlerdir.


O kelimeler ki; Kelimelerin Sihirbazı'nın (KS) içlerine "DİL" denilen sanatkarın uçsuz bucaksız hünerlerini de doldurduğu, "doğru yolu bulmuşluklarıyla" sağlam şahsiyetlere kavuşturduğu, sade - alçakgönüllü - dürüst oldukları kadar, gerektiğinde de "inatçı ve yırtıcı" hale soktuğu;

delik ceplerine tıka basa doldurarak salına salına yürürken, ayaklarının dibine akan kelime parçacıklarını "arkadan gelen ve onları toplama zahmetine girişen" kim varsa kıpır kıpır bir ahenk denizine ulaşma lüksüne kavuşturduğu;

oraya ulaşıldığında da sırları artık gizlenemez bir hale gelen "ilahi güzellikleri tescilli" manevi haz üreteçleridir.


Güzelden anlayan ve güzelliğe aşık olan KS, kelimelerini asla zevksiz - çirkin - itici giydirmez. Bilir ki, saçının başının dağınıklığı - paspallığı yanısıra "pis manzaralı ve yakışıksız" kıyafetlerle topluma karışan SÖ'ler nasıl ki aslında iç alemlerinin kirlerini - paslarını ve kötü kokularını dışarı yansıtıyorlarsa;

kelimeleri özensiz - basit - sıradan kullandığında ortaya çıkacak olan "Bütün" de ancak, tüyleri uzayıp kirden ve pislikten yapış yapış hale gelen, yanına sokulunmayacak kadar bakımsız ve acınası, hayattaki bütün dertleri birparça küflü ekmek olan, ve onu da içlerinde cebelleştikleri çöplüklerde arayan sokak köpeklerine benzer.


İşte bu yüzdendir ki KS, "güzelliği ve güzelden anlıyor oluşunu" kaybetmeyi şiddetle reddeder, ve kelimeleri "kupkuru - tatsız - tuzsuz - somurtup duran - estetik ve elastikiyetten uzak" hallere hiç sokmayarak süsler de süsler.



Öyle ki; dilleri sussa gözleri, gözleri sussa kirpikleri konuşur herbirinin.

Alelade olmayan bu konuşmalarda da "doğru - güzel - samimiliğin ayrı birşey, tesir etmenin ayrı birşey" olduğunun hiç unutulmaması gereken tek düstur olduğu "kulağına küpe edilir" her bir kelimenin…


Kelimeleri harmanlayarak "etkileyen - beyne işleyen - sezdirmeden güden ve yönlendiren" yazılar yazmak, ve bunları kitlelere ulaştırarak bir "Truva Atı" becerisiyle SÖ'lerin gönüllerini fethetmek çok kolaydı KS için.


İnternet ortamındaki Truva Atları da öyle yapardı. Asıl amaçları "zarar vermek" olmayan bu yazılımlar, kullanıcının bilgisayarına sızmaya ve o bilgisayarı uzaktan yönetebilmeye imkan sağlarlar. Genellikle bir Host (Sunucu) ve bir Client (İstemci) olmak üzere iki adet programcıktan oluşurlar. Host program hedef olarak seçilen PC'ye gönderilir ve çalışması sağlanır. Akabinde Client programla o PC'ye bağlanan saldırgan, sanki oradaymışcasına o bilgisayar sistemini kullanır, veri ilave eder ya da alır.


Çok kullanılan Truva Atı (Trojen Horse) yöntemi adını, Akhaia'lılar ile bugünkü Çanakkale ilinde yaşayan Truva halkının yaptığı bir savaştan alır. İlyada Destanında şiirsel bir anlatımla dile getirilen savaşta;

Truvalılar kendilerine hediye olarak gönderilen çok büyük bir ahşap atı şehre alırlar, fakat, gece olduğunda ahşap atın içerisinden çıkan Akhaia'lı savaşçılar şehrin kapılarını dışta hazır bekleyen ordularına açarak, özü kurnazlık olan bu taktikle savaşı kazanırlar.



İşte, KS bu tip bir olayı yazılara yaptırabilir ve okuyanların beyinlerini fethedebilirdi.

Bunu da, ün - şöhret - nam denen şeylerin önemsiz olduğunu vurgulamak için kitaplar yazıp da, en başa kendi isimlerini yazanlar gibi değil, tamamen kendi tarzıyla ve kimliğini gizleyerekten "Facebook" denilen çöplük vasıtasıyla yapabilirdi.

Bunu yapmak, hayata geçirmek kolaydı da, çok büyük bir sorun vardı. Keşke çözüm için "Momus" KS'nin yakınlarında olsaydı.

Kusur bulma tanrısıydı Momus mitolojide.

Bir insan yaratan Prometheus, bir boğa yaratan Zeus, ve bir ev yaratan Minerva;

eserleriyle ilgili "nasıl olmuş?" diye soru yönelttiklerinde Momus'a;

boğayı, "boynuzları gözlerinin altında değil" diye;
insanı, "göğsünde bir kapısı yok" diye;
evi de "kötü komşulardan kaçmak için tekerlekleri yok" diye beğenmemiş.


İşte eğer yakınlarda olsaydı bu sürreal olduğu kadar sempatik kusur bulma tanrısı, belki de KS'ye;

DoH'un asi çıkışlarla neden arada sırada da olsa birşeylere karıştığını söyleyebilir, çözüm için ilginç önerilerde bulunabilirdi.

Çünki normalde DoH'un sessiz sedasız şekilde, çekildiği köşeden gözlemlerini yapması - danışılırsa konuşması - KS'ye zırt pırt müdahale etmemesi gerekirdi.

KS bu durumdan huzursuz olmakta haksız değildi, çünki, şeytan adamın düşünü azdırır da suyunu ısıtmazdı.

Ve genel yapısı itibariyle DoH "öfke kontrol" gücünü yitirdiğinde, bir adamı çiğ çiğ yiyebilir ve çoraplarıyla da ağzını silebilirdi. Durum tehlikeliydi.


Oysa Jakabo ve Sceptical hiç böyle değillerdi.
Onlara başvurulmadığı anlarda çıkmazlardı hiç ortalıklara...




Çok gençti Jakabo. (JKB)

Ve gençlik dedikleri şey; çarşaf gibi bir denizin ansızın kabarıvereceğini - ışıltısıyla göz kamaştıran parlak göklerin biranda kararıvereceğini - daha önce hiç görmediği ama albenisine kapılıp da burnuna götürdüğü an çok berbat bir kokuyla karşılaşabileceğini ve böylelikle basit bir çiçeğin bile kendisini kolayca aldatışını tecrübe edip;

sonra da bütün dünyayı kan kokusuna bürüyen ve "kalleş ruhu - acımasızlığı - talan edici yanıyla" gezegenin içine edip duran insanoğlunu gerçekten tanımaya başladığı yaşlarda bitiyor.

Jakabo da o dönemlere gelinceye kadar neşeli - çoğunlukla iyi huylu - şakasever - güvenebilen bir haldeydi her genç gibi. Beyninin Hipokampüs'ü tıka basa ARC proteini dolsa da, "affetme limitlerini ve kırmızı çizgileri keskin - dik şekilde" belirleyebilecek durumda olsa da, insanları her koşulda bağışlamasını kalbi sürekli öğütlerdi Jakabo'ya ve O da söz dinlerdi.


Çok deneyimsizdi Jakabo. (JKB)

Çevresindekileri yiyip bitirmektense, kendi kendini meze ediyordu "sürekliliği olan düşünce bolluklarına." Kafataslarının içine dinamit koyup patlatma gibi, tümünü şehir meydanda ipe çekmek gibi fikirlere asla kapılmıyor, onların birer "boş kuyu" oluşunu ve ucundan ayağı kayıverse yokolacağını sezse bile gözardı ediyordu.

Çünki, "çocuk padişahtan korkmaz" atasözündeki o "herhangi bi otoriteden veya dehşet kaynağından korkmayan çocuk" kadar; kendisini uyaracak tecrübelerden yoksundu.

Çocuğun korkusuzluğunu da zaten, korkulması gereken o varlıkla ilgili geçmiş bir tecrübesinin olmayışı, dolayısıyla da o tecrübenin hatırlanmayışı sağlar ya;

işte Jakabo da insanlara yönelik olaylarda çoğu zaman bu yalınlıktaydı.

Öyle ki; daha; "genç bilse, ihtiyar yapabilse" savının ilk bölümünde oluşuyla, insanların gözbebeğine bakarken onların bütününü de görebileceği bilgeleşmiş kıvamlarda değildi.


Çok duruydu Jakabo. (JKB)

Güzel bir kadına gülümsediğinde, bunu öyle savunmasızca yapardı ki;

zamanı geldiğinde şahdamarına bir vampir gibi saldırmayacağından emin olan kadının içinde ona "annelik etme" arzusu uyanırdı.

Ve kadın, Jakabo'nun henüz, "tek çiçekle bahar geçmez, tek kadınla da ömür tüketilmez", ya da, "asıl lezzet, lezzetlerin değişmesindendir" tarzındaki "damızlık olgun erkek" söylemleriyle henüz tanışmadığını şıp diye anlardı.

Ve yine bilirdi ki kadın; bir buse verip de Jakabo'ya sonra çekse gitse; artık onun bulunmadığı yerde "kadın cinsini tükenmiş" sayabilecek kadar güçlü bir melankoliyle dans etmeye başlardı şu genç adam.


Çok som'du Jakabo. (JKB)

Leke tutmayacak bir aşkın peşinden yıllar yılı koşabilecek derecede saf, ve aşkın en önemli yan etkisinin "karşılıksız kalması" olabileceğini kestiremeyecek kadar som'du.

Çünki henüz, en keskin - en dayanıklı sirkelerin en kaliteli şaraplardan yapılabileceğini, ve en uçlarda yaşanan aşkların da karşılıksız kaldığında "kıyıcılığı ve öldürücülüğü yüksek" bir katile dönüşebileceğini kestiremiyordu. Dolayısıyla da, aşkın biryanında şarkılar - şiirler - büyüler - efsaneler - iksirler varken;

diğer yanında da acılar - delirmeler - intiharlar - cinayetler olduğu gerçeğinin negatif yanlarını kendine hiç yakıştıramıyor, es geçiyordu.

Çünki o genellikle, aşık olmak ve kalbinin gümbürtüsüyle de diğer herşeyin sesini bastırmak istiyordu.


Çok vicdanlıydı Jakabo. (JKB)

Eğer vicdan azabı denilen şeyin asıl gücünü ve o gücün maddi - manevi yıkıcılığını "20 yıl sonraki aklı o an başında olsa ve" düşünebilseydi - hesaplayabilseydi;

"bir kereden birşey olmaz" veya tam tersi olmasına rağmen aynı saçmalık derecesindeki "birkez yapan her zaman tekrarlar" gibisinden aforizmalara sık sık yakalanmaz, ve bu düsturlara oyuncak olmayarak da, herşey yaşanıp bittikten sonra, "hayatımın bu olmaması gerekiyordu yahu!" şeklindeki söylemlerle sızlanmak zorunda kalmayabilirdi.


Benliğini bir küçüklük - bir aşağılık duygusu kaplamadan;



diğer insanların sürekli başvurduğu "kabul görme ve tuzağa itilmeme" adına gerekli bulduğu "sosyal maske" takmak gibi birşeye, içinde yaşadığı toplumun beklentilerine rağmen tenezzül etmiyor, başkalarının Jakabo'yu nasıl göreceğini düşünerek ilişkiler kurmak - iletişimde bulunmak yerine;

aslında "Ne?" olduğuyla ilgilenecekleri zannıyla, sürekli kayıplar yaşıyordu.

Kendisine hiç kimsenin "Beni al ve çok uzaklar götür" dememesine rağmen; kendileriyle birlikte sürüklenme taleplerini her an dile getiriyor oluşları da Jakabo'da bir uyanışa yol açmıyordu…


"Genç kalabilmek" gibi birşeyin süregiden bir toplu yaşamda hiçkimseye tam manasıyla "özgürce" nasip olmamasından dolayı gerçekleşecekti ScepticaL'in (Scpt) sancılı ve uzun soluklu doğumu.

Jakabo'nun (Jkb) gençlik enerjisine bağlı olan bütün atılganlıkları, o ya da bu şekilde "başarısız bırakılarak bedbahtlığa sürüklenmek" gibi sonuçlara, üstelik tam da "gücümün zirvesindeyim" dediği anlarda merhaba dedikçe, insanoğlu ve onunla ilgili - ilintili ne varsa bir tiksinme - bir acıma duygusu sarıyordu heryanını, ve bu da ScepticaL'in (Scpt) doğumuna zemin hazırlıyordu.

Jakabo da (JKB) durumu kanıksıyor ve düşmek - devrilmek - gerilemek gibi kavramları "olağan" sayabiliyordu hal böyle olunca. Bütün gençliğine rağmen çok yorgundu ve pılısını pırtısını toplayıp ortalık yerden çekilmeye, meydanı ScepticaL'e (SCPT) bırakmaya hazırdı.


Son derece dürüst olan Jakabo (JKB) toplumun dışında kalmamak adına hayalperest olmaktan vazgeçmeye yönelse de, hızla tuhaf alışkanlıklar edinmeye başlamıştı. Olabilirliklerini yüksek sandığı beklentileri - planları birbiri ardına gerçekleş-e-medikçe ruhu eziliyor - acı çekiyor ve dolayısıyla da sinirli - öfkeli duruyordu kendine karşı.

Rastlayıp durduğu zorlanmaların doğal sonucu olan "engellenme" hissi de günden güne benliğini sarıyor, ve O bunları öngöremediği - beklemediği - hesaplayamadığı için kendini suçluyor, haliyle de ruhi bir çöküntüye adım adım yaklaşıyordu. Engellenme kökenli kızgınlıkları da geçen zamanla evrime, daha doğrusu mutasyona maruz kalıyor, yeni adı da "düşmanlık" oluyordu. Neye düşmanlık?


Kendisini, "incinmemek için diğerlerine tereddütle yaklaşmak" zorunda bırakan, onlara zarar vermemek için de "başının çaresine bakmak" gibi bir külfetin kölesi haline gelmek pahasına da olsa sıcak - samimi ilişkileri terkederek "yalnızlığa - yalnız yaşamaya" iten; kalıcı ruhi bozukluklar riskine rağmen "birbaşınalığı" cazip gösteren herşeye düşmanlık!


İşte JKB tüm bunlarla boğuşup, uyanamadıkça, biryerlerde birinin damarlarında kan akışı - göğsünde kalp atışı - ruhunda canlanış gerçekleşiyor, ve onu ister istemez uzun bir dinlenceye, bir kızağa çekilişe zorluyordu.


Kim mi?
Tabii ki : SCEPTICAL...



Çok yorgundu Sceptical. (SCPT)

İnsanları - doğayı - aşkı - güven ve dürüstlük duygularını olduklarından daha basit biçimde ele almayarak, onlara "karşılık bulabileceği şekilde" yaklaşmayıp, gereğinden fazla ulviyet yükleyerek, "merhamet" denilen mikrobun kıyıcılığını ve yıkım gücünü küçümseyerek, kendisine işkence edip üzenlerin safına birkez olsun geçip de olayların oradan nasıl gözüktüğüne bakmayarak, ve zorba tavırların "kendinden hiç utanmadan" nasıl sergilenebileceğini hiç tecrübe etmeyerek yormuştu benlini alabildiğine.


SCPT'yi yoran diğerleri nasıl da sık nasıl da kolay söyleyebiliyordu "- Afedersin, beni yanlış anladın, öyle söylemek - yapmak istememiştim :(" tarzındaki cümleleri, ama, kullandıkları beden dilindeki "sert ve delici bakış - bir paradoksla istemsizce desteklenen el hareketi - dudağındaki itici bir dikine bükülme ya da ses tonundaki irrite edici kontrolsüz iniş çıkışların" karşısındaki şu zeki adam tarafından gayet doğru sonuçlarla algılanabileceğini kestiremiyordu çamları devirmeden önce.

Yoruldu işte SCPT böyle böyle.


Çok kaygılıydı ScepticaL. (SCPT)

Yediği kazıklar ve darbeler yüzünden "Uçmayı" tam olarak öğrenememişliğiyle "tüketilen ve ucunda zavallı bir ihtiyarlığa ulaşılan" yaşamdan kaygılıydı. Kendi kendine derdi ki;


"- Zaman umulandan bile hızlı geçer ve ben ihtiyarlayarak çaptan düşerim. Ölüm çok yakındadır ve belki de kapının ardındadır. Çocuk - genç - orta yaşlı bir adamken "çok önemli, çok kıymetli gibi görünen erekler - binbir çeşit heyecanlar - bazen aylar süren sevinçler - yürekten hiç çıkmaz sanılan üzüntüler - duyulan veya sarfedilen ihtiraslı kelimeler - artık ışıltısını yitiren renkler - uç noktalarda alınan zevkler - birzamanlar yerimden hoplamama sebep olan sesler" artık bütün heybetini kaybeder.


Hepsi de "nerdeyse beni taşıyamaz" durumdaki dizlerimle yarışıyorlardır adeta "yitip gitme" konusunda. Adımlarım küçülür , ve sarfettiğim dikkat nedeniyle iyice zayıflamış olan gözlerim daha bir büyür. Elimdeki bastona dayanarak attığım her iki adım arasında "çok mühim bir memleket meselesini çözecekmişcesine" düşünerek ilerliyorumdur sokakta, ve bazen de ayarı tutturamayıp yuvarlanıyorumdur yerlere.


En gücüme gidense torunumun 8 yaşındaki oğlunu bana çoban etmiş olmalarıdır çünki unutkanlık da musallat olmuştur başıma. Oysa gençken çevremdekilere "- Kendimi teknoloji konusunda öyle güncel öyle diri tutacağım ki "torunlarım olan yeni neslim" bütün teknik bilgileri benim eşsiz aktarma kabiliyetim sayesinde "dedelerinden" öğrenmenin keyfini yaşayacak." derdim. Fakat geçen gün "- Nereye gidiyorsun yahu sabah sabah?" diye sorup da yolumu kesen yakışıklı adam torunummuş, adını söylemeyi bile beceremedim :((


Yok, yok! Varlığını benim nefeslerim sayesinde sürdürdüğü halde, gençliğimi sömürüp de hiç teşekkür etmeyen şu hayata, attığı onca kazık ve yaşattığı onca hüsran - hayal kırıklığının üstüne bir de "Şaklaban İhtiyar ScepticaL" isimli filmi izletmek bana göre değil. Gençliğime bir çizik atar, bundan sonra yalnızlığımla yaşar giderim."...



Çok mutsuzdu ScepticaL. (SCPT)

Çevresinde tamamlayıcısı - kurtarıcısı olabilecek birilerini bulamıyor oluşu daha da arttırıyordu mutsuzluğunu.

Çünki onların hemen hemen hepsi, derinliği - niceliği hakkında neredeyse hiç bilgileri yokken birçok konuda, normal denilen şeyin nerde başladığını ve anormalin de nerede sonlandığını hiç bilmezken aslında, yine, SCPT'in "yapıcı" metodlarının esaslarını kavramak biryana "ucundan azıcık bile" anlayamamışken, dolayısıyla da yargılama güçleri - hakları yokken; kalkıp asıveriyorlardı habire.

Eksiklikleriyle birlikte "farklı" olanlar kendileriydi aslında, ve SCPT anormal derecede normaldi bilge bir kişinin bakışlarında.


"Anlaşılamamışlığın tutsaklığıyla" her daim mutsuzdu işte SCPT de hal böyle olunca.

Birkeresinde mutluluğunu koydu boyluboyunca tartıya ve eksi bakiye verdi anında.

"Bira - sigara - internet - hırka - don ve kadın bana yeter de artar bile" derdi ya hep;

belki bu 6 anahtar da hiç mutlu etmemişti onu. Peki bedbahtlığının sebebi neydi yahu?

Yoksa suç kör talihte miydi; ve neden birkere olsun ona gülmemişti?



Düşündü, düşündü, bir yanıt - bir telkin bulamadı. Birasından koca bir yudum aldı, sigarasından geniz dolusu bir duman çekti ve; "- Siktir et ulan! Mutlu da mutsuz da aynı yere, "kara toprağa" gidecek ve o duygular anlamını yitirecek. Hiç olmazsa sen, maddi - manevi zenginken herşeyini kaybedip de etrafa şaşkın şaşkın bakanlardan olmayacaksın, siktir et!" diyerek konuyu kapadı.


Çok takıntılıydı Sceptical . (SCPT)

Yüklendiği bu takıntılar sebebiyle, günlük hayatın içerisinde ve tüm yaşamınca en acımasız olduğu kişi yine kendisiydi.

O, sanal ve real alemdeki "şaşırtıcı - kendine özgü başarılarını ve sıradışı tarzını" bir sanat olarak görüyordu. Bütün sanatçı kişiliklerin ortak özelliği de; mükemmele varmasını istediği "kusursuzluk arayışıyla" muhteşemliğe ulaşan bir "benzersiz eser" üretmiş olabilme ereğidir.

Kendine olan acımasızlığın doğal sebebi de böylece;

ortaya koyduğu işler ile beyninde tasarladığı arasındaki zerre miktarı da olsa "farklar"dır. Durum bundan ibaret olacaksa gün be gün, yıllar sürecek olan bir melankoli depresyonunun içinde, ruh değişikliğine hiç uğramadan, yani; bir incir çekirdeğini bile doldurmayacak olan "bayağı heyecanlara" kapılıp da "yaşıyorum ve çok mesudum" sanarak, hayatını uçurumvari boşluklara savurmanın külfetine hiç katlanmadan, şu an içinde bulunduğu durumu muhafaza edebilir; ne - neden - ne kadar - ne zaman - nerede - süreç - hangi şartlarda - kim - kaç gibi şeylerle asla muhattap olmayabilirdi.

Bunu da diğerlerine "ansızın dürtüp de rahatsız edersem kimbilir ne ters tepkilerle karşılaşırım" şeklinde düşündürtmek, ve bol bol kendi başına kalıp kafasını dinlemek için "huysuz - aksi - kavgacı -muhalefet" oluşlarıyla sağlayabilirdi.


Toplumdaki diğer insanların kutsal saydığı ve bilinçli ya da çoğu zaman bilinçsizce inandığı şeylere "aslında haklı olarak" saldırıp durmak yerine;

sınırlarını "uygun" çizmeye çalışıp da sonucunda sadece "kendini tanıtmak ve çevreye kabul ettirmek" gibi şeyler elde edeceği, fakat bolca gösterip de içlerinde kalmayı tercih etmeyeceği "öfkeli olmak" yerine;

kaygılı - endişeli - tedirgin - alıngan - ilgi alanı daralmış - karamsar düşünceli - durgun - isteksiz olmayı tercih etti. Çünki allame-i cihan bile olsa, dünyanın mevcut düzenine ne ayak uydurabilir ne de değiştirebilirdi.

Bu hallerle takıldığında ona layık görecekleri "psikonevroz" yakıştırmaları ise onu hiç enterese etmezdi. Yeter ki "sıkıntılı" bile olsa, "kendine" kaçabileydi.


Herhangi bir sebepten dara düşmüş ve başını kollarının arasına alıp birsonraki adımda yapacaklarının ince hesaplarıyla meşgul olan birilerine rastgeldiğinde de, "neyi ve nasıl yapacağını tam olarak bilmiyorsan, hiçbir şey yapma şu an için. emin ol daha karlı çıkacaksın" deyip, "aslında kendi haliyetini" önerdiğinde, ona "git işine!" dedikten sonra bildiklerini işlerler, sonra da hüsrana uğrarlar ve üzülürlerdi.

Oysa SCPT gibi hiçbişey yapmayarak "verimsiz - bomboş - çokça uyuyarak - bekleyerek" geçirseler o dönemlerini, ileride hiç hoşlanmayacakları şeylerle belki daha az karşılaşacaklarını birtürlü idrak edemezlerdi.



Ve gün gelip de SPCT'e de tıpkı JKB'ya dendiği gibi sahneyi terketmesi gerektiği söylendiğinde;

insanoğluna "yeme içmeyi - uyumayı - işine konsantre olmayı ve hatta huzuru" bile unutturabilecek güçteki, ve bu gücün de önüne ne çıkarsa çıksın ezip geçebilecek kadar acımasız hale getirdiği "Tutku" denilen hastalığın yakınından bile geçmeyerek denileni yapar, pılısını pırtısını alelacele toplar ve çeker giderdi.

Kendisine seslenildiği-danışıldığı an'a kadar da inzivaya çekildiği yerde kalır, sahnedeki kumpanyayı gözlemler, fakat asla herhangi birşeye müdahale etmezdi...


Acaba DoH, şu "vakitsiz ve emir çeşnisini andıran halleriyle" olaylara direkt müdahil olarak; sadece kendi çıkarlarıyla ilgilenmek kaynaklı "cüret" ile, zararları püskürtmek veya onlardan uzak kalmak kaynaklı "zillet" kelimelerini;

çıkarları korumak ve zarardan korunmak için kendini en iyi şekilde ifade edebilme yolu olan "cesur yürekli olmak" tamlamasıyla karıştırıyor olabilir miydi?



Çünki, Hasan - Jakabo - Sceptical - KelimelerinSihirbazı ve DevilofHacker bilim dünyasının bile birtakım psikolojik testlerle ölçemeyeceği, ancak, niteliksel olarak analiz edebileceği;

özünde de zaten aynı potansiyele sahipken, ve o anki biyolojik - bilişsel - duygusal - fiziksel kapasiteye bağlı olarak az biraz farklılık gösteren bir "zeka'ları" varken;

DoH diğerlerine karşı neden "Hükümran" tavırlar sergileyip de, tonunu hiç tanımayan bir evrenden gelir hale çektiği karanlık - çürümüşlük - korku ve iticilik dolu sözlerle "araya girme - gideduranı engelleme - kontrolü ele geçirme" çabaları gösterebiliyordu?


Sanki; "iç ahenk" denilen şeyleri tutarsız olduğunda, yaşamdaki herşeyin aleyhlerine olacağını bilmiyor muydu?

Oysa, normalde, her zaman bağlı kaldıkları "Proxy" mantığıyla hareket etmeli ve bunu da tereyağından kıl çekercesine yapmalıydılar ki, dışarıdan farkedilmesin...


Proxy Server'lar, İnternet Servis Sağlayıcıları tarafından kurulan, veri alışveriş işini hızlandırmak amacıyla kullanılan, çok güçlü "Sunucu" bilgisayarlardır.

Bir kullanıcı Browser'in adres çubuğuna websitesi adresi yazıp da görmek istediğinde, o websitesi birbaşka PC kullanıcısı tarafından gezilmişse daha önce, ve ProxyServer içine kaydedilmişse, önce oradaki veriler ekrana getirilirken, varsa güncel bilgiler için websitesinin asıl sunucusu ile bağlantı kurulur.

O websitesi ProxyServer üzerinde hiç yoksa da yine sitenin ana sunucusuna yönelinir. Bu işlem sayesinde ISS'nin ProxyServer'i, Hasan - JKB - DoH - Scpt ve KS arasındaki "bilgi-tecrübe" paylaşımı olarak düşünülmelidir.


Fakat DoH söz hakkı verilmeden yaptığı zamansız çıkışları ile;

ilk kez görüldüğü 26 Nisan 1999 tarihinde milyarlarca dolarlık zarar veren;

önce PC'ye bulaşan sonra uyumaya başlayan, fakat tarihler 26 Nisan veya 26 Haziranı gösterdiğinde aktif hale gelerek bilgisayara ciddi zararlar veren CIH (Çernobil) virüsü gibi davranmış oluyordu ve, çokça kostaklandığı bu durumları gerçekten tehlikeliydi.

Çünki DoH bu şekilde davranarak KS'ye, "Davul senin boynunda dursun ama tokmak benim elimde kalsın" demiş gibi oluyordu.

Bir istişare şarttı ve toplandılar…

Toplantı sonuçlandığında; oybirliğiyle, yani 5'i de;



DoH'un, "benliklerine acı ve sıkıntı veren" bu durumuna,
"akıllarına çok uygun ve sıkıntı vermeyeceği gibi",
mevcut arıza ve sorunları da gözardı ettirebilecek şekilde bir karara imza attılar.



Dahası; "Ulan, odunlar dahi baltayı mahkemeye verecekleri vakit "sapı bizdendir" diyerek vazgeçmişler be!" dedikten sonra,

klavyeyi Kelimelerin Sihirbazı'nın eline tutuşturup,

Facebook'ta sihirli yazılar yazmaya yolladılar...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{41}

**********



EDEBİYAT NEFERİ KS'NİN PARLAK ZAFERİ

****************************************************







İSLİ LAMBALAR MİSALİ

ŞAHSİYETLERİNİN EN KARANLIK KÖŞELERİNE

SIKIŞIP BÜZÜŞEREK KALMIŞLARA,

UNUTULMUŞLARA, BIRAKILMIŞLARA,

YERLERDE SÜRÜKLENMİŞLERE,

KÜSKÜNLÜKLERİNDEN BAŞKA ŞEYLERİ OLMAYANLARA

ÖYLE BİR YAKLAŞMAK GEREKİR Kİ;



HALİHAZIRDA İNANDIKLARI ŞEYLERDEN

ÇEVİRMEYE ÇALIŞMAK YERİNE,

YENİ ŞEYLERLE TANIŞTIRIP ONLARA İNANDIRARAK;



BİR ANDA KENDİSİNİN DIŞINA ÇIKIVERSİN,

GÜÇLENSİN, HATTA DİRİLSİN...



***



Her ne kadar Facebook müptelalarının birçoğu "hasta" insanlardan oluşsa da;

mesele zaten bu narsist - röntgenci - bağımlı - dikkat eksikliği ile donanmış - çoğu zaman hiperaktif - depresyona kolay meyleden - saplantılı SÖ'lere hitap ederek, onları önce okumaya sonra da okuduklarının kendilerini çekip çevirmesiyle,



KelimelerinSihirbazı'nın güdülediği çizgiye ulaştırarak herşey bir önem arzedecekti…



Öyle ki, bu insanların çoğu, arama motorları vasıtasıyla bulduğu videoklip - şiir - nesir - denemelerini paylaşıp, aldıkları "beğen" tıkları ile mutlu olurken, fazla bilinmedik oluşlarının yanısıra "çok özgün - çok orijinal" sanatçılara yönelmezlerdi.



Hele de iş "okumak" gibi bir eyleme dayanıyorsa,

mevzu "deve ve hendek" kıssasında düğümlenebilirdi...



İşe "Hayran Sayfası" denilen ve yazılarını çeşitli resimlerle de destekleyebileceği bir sayfa açmakla başladı KS. İlk birkaç yazısını bitirip paylaştığında, takipçi sayısının nasıl olup da bunca hızlı birşekilde arttığına kendisi bile inanmakta zorlandı. Fakat 1 ay'ı doldurup da okuyucu kitlesi 150 bin gibi bir rakama ulaştığında, Sezar'ın hakkını Sezar'a bıraktı.



Çünki yazıları okuyan SÖ'ler "biryere gitmek için daha kapısından çıkarken bile hasretini duyacakları evleriymiş" hissine kapılıyor, günde 1 değil de daha fazla yazı yazmasını talep ediyorlardı KS'den. O'nun birsonraki eserini yazdığı an'a kadar geçen zaman, ev hasreti - vatan hasreti çekiyormuşcasına zor geçiyor, okudukları şeylerde de, hangi zümreden olurlarsa olsunlar kendilerini buluyor;



bunları yayınlayanları "bir edebiyat grubu" ya da "profesyonel bilim insanı" sanıyorlardı.



Çünki sayfada kişisel fotoğrafı bile yoktu KS'nin ve o kısma "altın sarısı zemin üzerinde duran bir dolmakalem resmi" yerleştirmişti.



Haliyle, "etkilenip de okumak için can attıkları şu yazıların" sahibini merak etmemek elde değildi.



Fakat o bütün taleplere rağmen kimliğini sayfasında hiç afişe etmedi.



Geçen zaman içinde, "hiç kimsenin göremeyeceği şekilde görüp değerlendirdiği olayları", yine birbiriyle alt alta üst üste sevişir biçimdeki ve asla "rastgele seçilmemiş" kelimelerle en orijinal şekilde yazıya dökebilen;



yazdığı yüzlerce makalede ise tek bir boş cümleye yer vermeyen KS'nin hayran sayfası 300 bin sadık okuyucuya ulaşmıştı.



Çünki okuyup bayıldıktan sonra binbir övgüyle kendi duvarlarında paylaştıkları bu yazılarda SÖ'ler;



psikolojik insani durumların ifade edilebilmesi için "Dil'in" bütün imkanlarının seferber edilişini görüyor, fakat, değişik sosyokültürel yaşantılarda olsalar da, bu yazıların herbirinde KS'nin yaşantısının varolduğunu, zaten, bir okuyucunun da, sezgi gücü - üslup - gözlem kabiliyeti kullanılmış bir yazıda "kendisine benziyor olanın" peşinde koşacağını kestiremiyor, bu büyülenmiş hallerle de KS'ye günden güne tutuluyorlardı.



Kaleme aldığı sihirli yazılarda KS, herbir okuyucusuyla dostane ve samimi bağlar kurabiliyor, iletişimin içine de bolca "saydamlık" serpiştirdiğinde, gönülleri daha bir kolay fethediyordu.



Bu halini SÖ'lere de bulaştıran KS iletişim kurduğu her bir SÖ'nün mutfağındaki tenceresinde et mi kaynadığını dert mi kaynadığını kolayca öğrenebiliyordu. O aşamadan sonraysa, onları kötüye karşı uyandırmak - herhangi bişeye kanalize etmek - öğretmek ve öğütlemek kolaylaşıyordu.



"Erkeğin okumuşundan kadı, kadının okumuşundan cadı olur" sözüne inat, Kelimelerin Sihirbazı'nın sanal ortamdaki binlerce hayranından bir tanesi O'nun için şuna benzer bir yorum yapmıştı bir yazısının altına :



"KS; büyük puntolarla yazılmış - kalın ciltli - okudukça, tozlu ama hiç yıpranmamış olduğu anlaşılan - albenisi çokça olan bir kitaptır.



Tuhaf ve şok edici olansa, her okumaya kalkan için "yabancı bir lisanla" yazılmış olmasıdır.



Bu lisan, Türkçe konuşan iki farklı okuyucu için bile başka başkadır.



O kitabın kapağını açmaya niyetlenen kişi, öncelikle bu yabancı dili çözüp öğrenmeli ve KS isimli kitabı kendine en uygun haliyle, öylece okumalıdır."...



Kendi vasatlığından dolayı eşit seviyedeki şeyleri sevip ilgi duyan Sıradan Ölümlü'ler ise;



daha yazıların giriş bölümündeyken, onlara "kendi iklimlerinin lisanıyla" seslenişiyle;

ve bu seslenişinde de asla "şunun bunun uydurulmasıyla orta yere atılan süslü püslü sahte baloncuklar olmadığını" hissettirmesiyle;

makalenin (kaç sayfa olursa olsun) tamamını okumalarını sağlayarak;

özgür - bütünüyle orijinal - Tanrı'nın O'na bahşettiği edebi güçleri layıkıyle kullanan KS'yi, inanması güç de olsa "algılayıp", onun kabiliyetlerini de "kendisinde neredeyse hiç yetenek olmamasına rağmen değerlendirebilerek" ve kıymetini takdir edebilerek;

diğer başarılı sanatkarlara yaptıkları "kolunu kanadını kırmak" yoluna asla sapmamışlardır.



Çünki KS, yazdığı yazılar aracılığıyla iletişim kurduğu her Sıradan Ölümlü'ye "kendi otorite ve hükümlerine seve isteye boyun eğmesi gerektiğini";

hayatlarındaki gerçekler her ne ise onlara dayandırarak ve "direkt gözlerinin içine bakarcasına" söylerdi.

Bu tarz bir "ölçü" anlayışı da onların dünyasına oldukça yabancıydı ve gördüğü an hepsi peşine takılırdı...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{42}

**********



ALAMANCI KIDEMLİ ANNE

*********************************




ERKEK MERT KADIN DA NAMUSLU DEĞİLSE,

DELİCE HEVESLERDEN ZEVKLER ALMA İŞİNİ

DERİNLİK PSİKOLOJİSİNİN BİLE TAHTINI SALLAYARAK

ADET HALİNE GETİRMİŞLERSE;



AŞK SANILAN ŞEY HEDEFTEN SAPTIĞI ZAMAN,

TANRI O İNSANIN YİTİP GİTMESİ İÇİN

AKLINI TARUMAR EDER,

VE,

GÜNAHKAR TIRNAKLARIYLA KAŞIYABİLECEKLERİ,

TANIDIK - BİLİNDİK - ALIŞILMIŞ

YENİ YARALARA SEVKEDER...



***



Kasım 2001'de Badtrans isimli virüs, bulaştığı bilgisayarlarda hackerların da rahatça girebilmeleri için backdoor'lar bırakmaya başladı.

Yani, açık arka kapılar.

Böylelikle IP Search Program'larını kullanmayı bilen en acemi lamerler bile bu virüsü barındıran PC'leri ve dolayısıyla da sahiplerini fethedebiliyorlardı.

Fakat KS artık bu tarz yöntemler yerine "Edebiyat'ın Gücü" ile ele geçiriyordu Sıradan Ölümlü'leri…



İşte onlardan biriydi Figen, ve, yüzünü dahi görmediği bir adama, yazdığı yazılardan dolayı etkilenip, delicesine aşık olmuştu. KS de aşırı ısrarlarına dayanamayarak kapısını açtı ona.

MSN'de sohbet etmeye başladıklarından sonra da anladı ki;
sağlığın kadrini hastaya sormak akıllı işiymiş!..



"Çalar saat" denilen icat, neden sadece Figen'e etki ederdi ki o evde mesela?

Bir hizmetçileri olsa ne güzel olabilirdi ya da.

Çünki o zaman, sahip olduğu 5 çocuk için erkenden kalkmak, yumurtaların yanına peynir - süt - portakal suyu koymak, bütün o geleneksel "Aman çocuğum okulda başarılı olsun!" zahmetlerine hergün maruz kalmak, herbirine de "dişlerini fırçalamaları" için bile yalvarmak zorunda kalmazdı.

Böylelikle sabahları herşey hazır olarak uyanabilir, daha az yorulur, iş yerinden aldığı günübirlik ya da birkaç günlük izinlerinde de çocuklarının güven içinde olduğunu bilmenin rahatlığıyla;

daha onlar doğmamışken "öz amcasının" yanına gidip de, onunla özgürce yaşadığı "cinselliğini", KS'nin Altınoluk'taki evine giderek de yaşayabilirdi gönlünce.


Evet, öz amcası.!.


Aşık olduğu adamın kim olduğunun önemi yoktu koynuna girmek için Figen'e göre, ve amcası birkaç yıl önce öldüğü için, "hastalıklı" olduğunun farkında olamasa da, benzeri bir aşkı KS'ye duyuyordu Facebook'taki emsalsiz yazılarını okudukça.

Aşk ona, amcasında olduğu gibi, Türkiye - Almanya arasında bir uçak tüneli açtırabilir, kocasını ve çocuklarını bırakarak ilk uçağa atlatıp KS'nin yanına koşturabilirdi.

Hatta "o eşsiz yazıların sahibi" şu esrarengiz adama tümüyle sahip olabilmek için küçük bir planı dahi vardı.



Şöyle ki; yaşadıkları muhitte yakın komşusu olan ve kendisinden yaklaşık 20 yaş kadar küçük olan bir kızı KS ile tanıştırıp evlendirecek;

onun da Almanya'ya, çakma eşinin yanına yerleşmesini sağlayacak;

böylelikle kocasını ve çocuklarını bırakmak zorunda kalmadan, yani, yuvasını dağıtmadan - mevcut düzenini bozmadan "aşkı KS'ye" kavuşabilecekti.

Tek şartı; "KS, resmi nikahlı eşiyle haftada 1 kezden fazla sevişmesin ve eşine aşık olmasın"'dı...


Bilgisayar ekranına bakarken KS de hertarafını sarıp sarmalayan "Aşk'ı" her an yeniden keşfediyordu aslında.

Begonyalardaki şebnemlerin az sonra sönüverecek ışıltısı gibi - serçelerin ölümcül elektrik tellerinde şakıdıkları sevgi sözcükleri gibi.

O ekrana bir bakış atıverdiğinde, SÖ'lerin "ne demek istediğini" hemen algılayabildiği bir "Aşk".



KS'nin aşk mantalitesi bu kadar net olduğunda da;

bu yola neden girmişti niçin girmişti hemen çözümleyiveriyor - tüm geçmişle birlikte "uçsuz bucaksız gelecek" de onun "beynindeki parmaklarının ucunda" raksediyor ve klavyeye yansıyordu.

Durum bu olunca da "eşya ve tin" asıl kimliklerini hemencecik fısıldıyordu KS'ye o ekranların içinden.


"Eyvah! Deli devran sürer, akıllı vakit bekler! Şimdi bu "hasta ruhlu" okuyucumdan nasıl kurtulacağım?" diye düşünürken KS, hiç beklenmeyen birşey oldu.

Hiç beklenmeyen ve daha önce yapılmamış olan!..



DevilofHacker aniden belirdi, klavyeyi kaptığı gibi,
"Memelerini göstersene, güzeller mi bir bakayım :)" yazıp ekrana,

sonra da çekip gitti…


Kelimelerin Sihirbazı bu yaşanılanların analizini yapıp, yol haritası çıkarırken bundan sonra olabilecekler için;

Figen iri memelerini fora etmiş, resmen onlarla güreşirken ekranda,

biryandan da konuşma balonuna espriler yazıyordu :

"- Sen bakma yaşımın 45 olduğuna ve 5 çocuk doğurmuşluğuma. Bu memelerle dizimde top sektirebileceğim ya da onların altını yıkamak için omuzuma atabileceğim günler hala çok uzakta. Ben sana yıllarca yeterim aşkımmm! :))"


"- Yahu" dedi KS, "- Ya ben kötü adam olsam, şu çıplak halini kaydetsem ve internete yaysam! Korkmuyor musun?" diye sordu Figen'e.


"- Senden başka hiçkimseye açmam ki kameramı bile. Ve ben eminim, sen öyle birşey yapmazsın çünki seni yazılarından dolayı çok çok iyi tanıyorum ben Sihirbaz. Bir amcam, bir kocam, bir de sen gördün bugüne kadar memelerimi" yanıtını alınca da, laftan anlamayacağından emin olduğu kadını engelledi MSN'den KS…



İletişim kurmaya çalıştıysa da uzunca birsüre,
sonunda vazgeçti mail - msn -facebook yoluyla yaptığı tacizlerinden Figen,
ve başbaşa kaldı "ulaşamadığı aşk'ının" çok beğendiği yazılarıyla, çaresizliğinden...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{43}

**********



İSRAİLOĞULLARI'NDAN ESTER
***************************************






DERTLİ İNSAN İÇİNİ DÖKMEYE DOYAMAZ.



YETER Kİ KENDİNİ BİR ÇOCUK İNANCI VE

GÜVENİYLE TESLİM EDEBİLECEK KADAR

"ÜSTÜN" GÖRDÜĞÜ BİRİNE BIRAKSIN.



ÇÜNKİ O KİŞİLER, BİRYERLERE BAKIP ARAMAZLAR ÇÖZÜMÜ,

DİREK BİLİRLER, VE, ŞAŞMAYAN ÖLÇÜLERLE,

DEĞİŞMEYEN KURALLARA SAHİPTİRLER.



SONUÇ : SİNSİ VE SÜRÜNGEN BİR GÖLGE GİBİ

TAKİP EDEN SIKINTI

BİR ANDA DEFEDİLİR,

HUZURA ÇABUCAK ERİŞİLİR...



***





Tarafgirlik yapmayan bir yahudiydi. Türkiye'de doğup da, bizim kültürümüzle büyümüş olmasıydı bunun sebebi ve tiril tiril Türk kokardı Ester…



Ninesi iyice yaşlanıp da babası başa çıkamaz hale gelince, hem nineyle hem kendi hastalıklarıyla gün geçiremedikçe, İsrail yolu görünmüştü Ester'e hiç onaylamasa da.

İhtiyarlara bakarken, bir yandan da dünyaca ünlü bir pırlantacıda çalışırdı.

KelimelerinSihirbazı facebook'a yeni yazısını yüklemeye çalışırken, işte bu Ester'in mesajı belirdi ekranda :

"- Selam Sihirbaz. Sami Dündar söyledi bu güzel yazıların sahibinin sen olduğunu. Harikasın! Ama bana DoH lazım. Hem de acilen. İnce bir konuda ondan yardım almalıyım. Senin de böylesine edebi takılmana çok şaşırdım, ama dedim ya, makalelerin muhteşem ve birçırpıda okudum hepsini, bayıldım."…



Kelimelerin Sihirbazı ile Sami Dündar 7/24 iletişim halindeydi. Hiç kopmamışlardı ki.

Ama KS hiç kızmadı ona ve sormadı bile "neden KS'nin ben olduğumu Ester'e söyledin?" diye. Çünki Ester DoH'u ve Hasan'ı tanırdı. Özünde de iyi bir insandı.


Bir arkadaşı vardı Ester'in, ve SD'nin Fikir Klübünde çalışırdı.

Okan Bayülgen hayranı olan Ester, arkadaşı Sheyla'yı araya sokup, Sami Dündar'ın kankası olan Okan Bayülgen ile Lucca'da bir kahve içme şansı yakalamıştı geçmişte, ve birsüre sonra da SD ile DoH birolup işletmişlerdi Ester'i, "Aha bu Okan Bayülgen, seninle MSN'de laflayacak, konuşun vs." deyip.



Günlerce sanki Okan'mışcasına konuşturmuşlardı DoH'u onunla.
Sonra da gerçeği açıklayıp, hep beraber gülüşmüşlerdi.
DoH'u bundan dolayı bilirdi Ester, ve, hem hayranıydı hem de çok severdi.

Lakin KS'yi bilmezdi, çünki daha dünyaya yeni Merhaba demişti, ve SD - Bekir - FGCM - FGCMx dışında hiçkimse öğrenmemişti kimliğini…


"- İlk metro 10 Ocak 1863'te, saat 06 :00'da hizmete girdi Ester'cim", diyerek söze başladı KelimelerinSihirbazı ve devam etti :

"- Londra'da, Farrington Street ile Paddington arasındaki 7 istasyonu turluyordu bu Metro 33 dakikada, ve vagonları aydınlatan şeyler de gaz lambalarıydı.

İlginç olansa; birinci mevkii vagonlardaki ışığın, insanların gazetelerini çıkarıp okuyabileceği kadar güçlü oluşunun, Daily Telegraph gazetesinde ince ve önemli bir ayrıntı olarak verilmesiydi.

Yani neymiş Ester'cik, "okumak" her şart ve ortamda çok önemliymiş.

Ben de bu yüzden yazıyorum işte yazılarımı, ve insanlara böyle hizmet ediyorum. DoH sana ne için lazımsa anlat bana. Mutlaka iletirim kendisine :)".


Ester de gülümsemekle yetindi ve derdini dile getirdi.


Yaklaşık 1 yıldır platonik takıldıkları bir erkek varmış hayatında.
Hem platonik hem de sanal.

Profesyonel Makyöz olan Ester, süslenip püslenip de envai çeşit fotoğrafını gönderdiği bu adamın, iş resim göndermeye geldiğinde sürekli bahaneler üreterek kaçmasına ancak 1 yıl sabredebilmiş. Evlilik lakırdıları bile yapan bir erkek, neden kendini bunca gizlermiş, onun kim olduğunu öğrense öğrense DeviLofHacKeR öğrenirmiş...



Gerçekten de öyle oldu.

Ester mevzuuyu anlatıp da e-mail adresini verdiğinde o herifin, yaklaşık 30 dakika sonra kendisini şok eden gerçeğe ulaştı.

Bilmemne Caddesi, bilmemne sokak, bilmemne apartmanı, numara bilmemkaç'ta oturan X-Y isimli şahıs;

Ester'lerin İstanbul'daki evlerinin üst katındaki,
ve Ester'in de çok samimi bir arkadaşının kocası olan birbaşka yahudi çıktı !

Hıçkıra hıçkıra ağlayan ve yaşadıklarına bin lanet eden Ester'i teselliye kalkışmasının o an için faydasız bir girişim olacağını bilen KS;

onu kendi kendine bıraktı ve facebook'taki okuyucularına döndü…

İçinden de, "N'olacak bu kadın - erkek ilişkilerindeki yavşaklığın sonucu ey Tanrı'm?
Neden insanoğullarını bunca kahpe yarattın?
Yoksa çok mu psikopatsın???" şeklinde söyleniyordu...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{44}

**********



MS'LE DANS

***************




HER NEFES ALIŞINDA

CİĞERLERİNİ DOLDURAN KEDER HAVASI,

AKLINI DA RAFA KALDIRMAK İÇİN UĞRAŞIRKEN HAYATA KARŞI

GENÇLİĞE AİT HER İLGİDEN SONRA,

VE YAŞADIĞI HER AN'I TİFTİKLEYEREK

PARMAKLARININ ARASINDAN KAYIP GİTMESİNE

SEBEP OLUYORKEN YAŞAMININ;



KALKTI "HAYIR" DEYİVERDİ.



FAKAT HENÜZ O'NUN MANEVİ KUDRETİNİN,
VE,

YASAKLANMASI BİLE GEREKEBİLECEK KADAR

İLAHİ KIYMETLER TAŞIYAN,

VE BİR AMAÇ İÇİN YEŞEREN

"ÇOK ATEŞLİ

VE BİR O KADAR DA ATILGAN FİKİRLERİNİN GÜCÜNÜN"

FARKINDA DEĞİLDİ...



***



Çoktan 800bin'i aşmıştı Kelimelerin Sihirbazı'nın facebook'taki okuyucu sayısı…



Onların sadece "okuma" ihtiyaçlarına değil, her konudaki beklentilerine yoğunlaşarak;

mevcut karizması ile okurun tamamen rahat hissetmesi arasındaki hassas çizgiyi hiç ihlal etmemesinin yanısıra;

uyandırdığı merakla birlikte kendisine duyulan güvenleri de an be an tazeleyerek, ve tabii bunun için de takipçilerinin hayal bile edemeyeceği "edebi mucizeleri" önlerine her fırsatta sürerek, "harikulade üstünlük ve ustalık içeren mimarisiyle gerçek zevkler" barındıran tasvirleri ortalıklardan hiç eksik etmeyerek, okuyanların hepsini kendine, cinsiyet ve yaş farketmeksizin aşık ederdi Kelimelerin Sihirbazı.

Özlem hariç!


Ya da öyle olduğunu, "sadece yazılara" aşık olduğunu iddia ederek yalan söylüyordu...



Sözümona; sihirbazın kendi fotoğrafının yerinde bir dolmakalem oluşunun hiç önemi yoktu Facebook sayfasında, ve KS'yi görmese - tanımasa da olurdu.

Hatta MSN'de yaptıkları birkaç sihirli sohbetin bile ardını getirmeseler, iletişimi de hemencecik kesseler bile olurdu.


Laf lafı açıp da, onun MS (Multipl Skleroz) hastası olduğunu, çok ama çok aşık olduğu kocasının kaza sonucu 2 yıl önce öldüğünü, liseye giden oğlunun okul masraflarını bile karşılayabilecek kadar bir emekli maaşının ya da gelirinin olmadığını, çünki, eşinin sağlığında çok para kazandıkları halde "lüks ve konfora" harcayıp da geleceklerini hiç planlama gereği duymadıklarını, ve geçimlerini asker emeklisi babasının finanse ettiğini falan öğrenince işi çözdü KS :

Hayata Küskünlük!..



Aşıktı kocasına Özlem, hem de delicesine.Onun ani ölümünün, üzerlerine karabasan gibi çöküp de hayatlarını kabusa çevirmesi yetmezmiş gibi, MS hastalığı da katmer oluvermişti herşeye. Çünki amansız hastalıktı. Eğer şansın varsa; seni kör - sağır - topal etmeden ve 15-20 yıl o şekilde yaşatmadan canını alıveren bir sinir sistemi hastalığıydı.

Ne anlattıysa, ne kadar sihirli kelimesi varsa ortaya döktüyse de Özlem'in bu bitik haline çare olamadı KS.

"Dilden gelen elden gelse, her fukara padişah olurdu be" deyip,
sonrasında daha somut bir eyleme imza attı.



MS hakkında araştırmalar yaparken, Türkiye'de ilk kez uygulanacak bir yöntemi keşfettiğinde;

anında Üniversite'deki birkaç "hatrı sayılır" arkadaşını araya sokup, "kobay" niyetine de olsa 50 kişilik bir hasta grubunun içine Özlem'in de alınmasını sağladı.

Cerrahi bir operasyonla vücut ısısı 2 derece düşürülecek, yanıt alınamazsa daha kötüye gidilmeyecek, ama pozitif neticeye varılırsa da gözleri daha net görebilecek, aksayan ayağı da aksamaz olacaktı.


Operasyondan tam 2 ay sonra eski haline geri dönüş yaptı Özlem'in bedeni, vücut ısısı tekrar yükseldi ve MS de bütün yıkıcılığına yeniden büründü.

Böylelikle boşa çıktı KS'nin "Adam adama gerektir, tosbağaya kabuğu" diyerek başvurduğu hamlesi...



Otuzlu yaşlara geldiğinde, tecrübeler - deneyimler vs. derken, endorfin yüklü bir "farkındalık" geliyor insana. Fakat hayat KS'ye her yaşında çokça şefkatli yaklaştı aslında.

Şanslıydı.

Çünki, ona karşı, hayatın bir elinde kızılcık sopası varken ve vınlatarak vururken, diğer elinde de pansuman malzemeleri ve mutlu eden hediyeler vardı.

Bu yüzden de, gerçekte, mutsuz bir KS olacağına, başta hiçkimsenin "algılayıp da tam manasıyla analiz edemediği - muhasebe etme lüksüne eremediği";

farkındalıksızlıklarına rağmen "özünde mutlu" bir KS oldu.

Daha önceleri, tamamen altıncı hislerin gözetim ve denetiminde olsa da bu böyleydi.

Özlem ise bütün bunlardan yoksun, 41-42 yaşında, ve kaybedilmek üzere olan bir Sıradan Ölümlü'ydü… (SÖ)


KS onun için daha sonraki adımda neler yapabileceğini düşünürken, birasından koca bir yudum alıp da PC ekranına döndüğünde yeni yazısını hazırlamak için, ekranda bir not gördü. Büyük puntolarla yazılmıştı ve notu bırakan da DoH'tu :


"Sıradan Ölümlü (SÖ) kadınların "büyük" hikayelerine çoğu zaman, onların "küçücük yalanları" sayesinde ulaşılır, ve, bir kadın seni "o güne dek ettiği duaların cevabı" olarak düşünene kadar da ele geçirilemez.

Bütün farklılıklarına rağmen avucumun içine alabildiğim kadınların herbirinin mücevherleri çok sevdiğini, sevmediğini söyleyenlerin de sadece "sevmediklerini sandığını" çok iyi bilirim ben.

Ve iletişimlerimin hepsinde "nazik dokunuşlarla okşanmak" gibi bir lüksü hayatının içinde canlı tutup da, rastgeldiği an "tonik hareketsizlik" moduna giriveren yırtıcı köpekbalıkları misali;

kendisine sunduğumda mücevherleri (!) samimiyetler eşliğinde;

"tonik hale girmeyi zaten isteyip duran kadın milletiyle" sürükleyici hikayelere doğru yol alırım.

Senin de tek yapman gereken bu!

Sevişin Özlem'le! Sanalda!

Bir kadına verilecek en kıymetli mücevher içli sevişmelerdir.

İşini kolaylaştırmak için ona mesaj attım az önce.

"MSN'de online ol ve seviş benimle" şeklinde.
Top sende. Sağlıcakla.
DevilofHacker."...


KS DoH'un yazdıklarını tekrar tekrar okuduğunda birçırpıda, yüreğinin derinliklerinden korkunç bir titreşim geçti.

Biran ona sert bir yanıt vermeyi düşündüyse de, dudağını ısırdı ve omuz silkerek :

"- Yahu deveye bindikten sonra çalı ardına gizlenilmeyeceğini bilmiyor musun a sihirbaz? Eee, o halde DoH'a hayıflanmayı aklından niye geçiriyorsun?

Neyse ki kılıç kınını kesmez ve sen de ondan bir zarar görmezsin. Sallaaa!" deyip geçiştirdi...



Uzun zamandır çektiği hastalık ruhunda çeşitli buhranlar uyandırmış, mutsuz ve kuruntulu olmasına rağmen kuvvetli bir seziş yeteneğine de sahip, çok okuyan ve çok düşünen, gökyüzünde uçan kuşların sıhhatini bile kıskanır bir ruh halinde gün geçiren Özlem başta çok direndi ve;

"- Çıldırdın mı sen sihirbaz?! O güzelim yazıların sahibi mülayim insandan böyle iğrenç bir teklif alacağıma öleydim daha iyiydi. Ben, kocam öte dünyaya gittiğinden bu yana başka erkekle sevişmenin hayalini bile kur-a-mamışken, nasıl olur da karşına çırılçıplak çıkarak masturbasyon yaparım sana uyup ? Hem, erkek arasam, seni çıplak görene kadar birsürü porno kanal var internette vs." diye başlayan konuşmaları;


"- İçime girmedin, bana elini bile sürmedin, ama deliler gibi seviştik!

Hem de kameradan kameraya!

Ve ben inandım ki, bir erkek "organının kalkmasıyla ya da temasıyla" kanıtlamazmış erkekliğini ve ancak kadınına yaşattığı "şevk ve zevk" ile ispatlarmış.

Hele de bu kadın şu aptal hastalık yüzünden "sevişirken kalp çarpıntısından ölüvereceğini düşünen" bezgin ve yılgın kadınsa.

Oysa şu an kendimi kraliçeler gibi hissediyorum ve öldüğüm falan da yok! :)" şekline döndüğünde yaşadığı derin orgazmdan sonra yarı yarıya meydanda kalan göğüslerini de bornozunun yakası içine sokuşturmaya çalışırken kendi memelerine değil de bilgisayarının ekranına bakmış olsaydı yani az önce yaşadıklarının düşsel parıltıları içinde hala yüzüyor olmasaydı KS'nin dudaklarını geren sinsi gülüşü ve gözleriyle kaşlarındaki alaycı ifadeyi, onu çapkın çapkın süzüşüyle birlikte görebilirdi...


Aylarca sevişti KS ile o gece karası saçlı - cazibeli - zeki ve albenili kadın.

İncelik ve hassasiyetini yitirmeden, kaybettiği kocasına olan aşkıyla "sadakat" arasında bocalamayı bıraktı birsüre sonra, ve yaşam onu daha sıkı sardı.

Birgün, birşey oldu.

Hiç umulmadık birşey :

Gözleri net görmeye, ayağındaki aksama gerilemeye, ve hatta yaşadığı şehrin sokaklarında bisiklet sürmeye bile başladı Özlem.

KS ile yaşadıklarından doğan "ümit tarafından ağır basmaya" çalışması mı, yoksa uygulanan cerrahi operasyonun etkilerinin zamana yayılmış yapıya sahip oluşundan mıdır bilinmez, oldukça iyileşti.

İstanbul'da iş buldu ve çalışmaya başladı. Oğlunu da oradaki bir okula kaydettirmiş, adeta yeniden dirilmişti.


Büyük ihtimalle orada gerçek bir seks arkadaşı da bulmuştu.

Çünki artık KS'ye, arada sırada da olsa;
"- Hey ahbap, hadi sevişelimmm" şeklinde yazmıyordu MSN'den…



Olsundu.

Fırsat rüzgara benzerse eğer, onu tutma marifetini aşılamıştı Özlem'e, ve misyonunu tamamlamıştı Kelimelerin Sihirbazı.

Birasından içip, sigarasından çekip,
Facebook'taki yazılarına daldı...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{45}

**********



DERİN

*********







SADECE EN YUKARIDAKİ MERTEBEYE ULAŞMIŞ YAZARLAR

KÜLTÜR - DİL - ZAMAN GİBİ KISITLAMALARIN ÜSTÜNE ÇIKIP;



BEZGİN - NEŞESİZ - İÇ EZEN RUH ÇÖKÜNTÜLERİYLE

SENDELENE SALLANA YÜRÜMEYE ÇALIŞAN

VE HAYATLARINI TEK BİR ZAR ATIŞINA BAĞLAYANLARIN

MANEVİ SOKAKLARINA

YOĞUN BİR SİS MİSALİ YAYILARAK ELLERİNDEN TUTUP,

DUYGULARINI ALABİLDİĞİNE KAMÇILAYAN

TAŞKIN ZEVKLERE ULAŞTIRABİLİR.



YETER Kİ FIRSATLARIN BİRİKTİRİLİP

BEKLETİLEMEYECEĞİNİN FARKINDA YAŞASINLAR, VE,

DÜŞLERİNDE BİNLERCE KEZ GÖRDÜKLERİ

O EŞSİZ TADLARIN

KEYFİNİ ÇIKARTMAYA TALİP OLSUNLAR…



***




Birinin dilinin çözülmesini sağlamanın en geçerli taktiği, önce konuyu açıp, sonra da kendi dilini tutmaktır.

Yine öyle oldu.

"Kadın'ı" yazdı uzun uzun Facebook'taki sayfasına Kelimelerin Sihirbazı…



Gözyaşlarıyla yıkanan vadilerde ömür tüketen;

yaşadığı çilelerden sonra "yıkmanın imkansız olduğunu" bile bile kendi etrafına savunma duvarı ören;

ve o duvara da "hoşa gitme - beğendirme - dikkat çekme" gibi duyguların ruhunda cirit atmasına rağmen taa genç kızlığından hatta kız çocuğu olduğu zamanlardan beri, vücudunun bir uzvuymuşcasına heran dizinin dibinde bulundurduğu "Aynayı" artık duvara asma ihtiyacı duymadan;

ve Tanrı'ya "şu 3 günlük dünyada mutlu tek gün benim nazarımda artık mucize mi sayılacak?" tarzında sorular yöneltip duran;

hüznün doldurduğu gözlerinde, "hızla geçip giden ve onu tüketen zamanın dışında kalmışlığının" kaynattığı hıncının bariz biçimde okunabildiği;

"Mutsuz Kadını" yazdı...



En sosyetesinden en kırsalındakine varıncaya dek, kadının her gönül vakıasında "çok güçlü bir inançla savunduğu her güzelliği, değişik versiyon ve hikayelerle kaybederek" nasıl da pes etmek zorunda kaldığını;

hayattan yediği şamarın gönlünün yanağında bıraktığı kızıllığın yanısıra "beyninin yüzünün gözünün şişmişliğiyle", rüzgarın kokusunu teninde taşıyan bir "adam gibi adam'a" muhtaç ve aç yaşamak zorunda bırakıldığını yazdı;

kadınların bedbahtlıklarının ve tarifi çok zor "nasıl bir yükü omuzladıklarının" farkında olduğunu anlattı.


O yazıya yorum yapan binlerce kadından biriydi Derin ve en ilginciydi.

Hiç kasmadan, "- Sen! Şu yazıyı kaleme alan esrarengiz adam! Sadece 1 geceliğine yanıma gel ve bana "adam gibi adam" nasıl olurmuş göster. Öyle ihtiyacım var ki buna, sanırsın, kan fışkıran şah damarıma dikiş atılacak! :("...


İlk lokanta 1765 yılında, "Champ d'Oiseau" adıyla, Bulanger isimli biri tarafından, Paris'te açıldığında;

"Venite ad me, omnes qui stomach laboraties et ego restaurabo vos" özdeyişi vardı kapısında.

Diyordu ki; "Siz ey midesi guruldayanlar! Bana gelin iyileştireyim!".

Bu latince özdeyişteki "Restauraba" yani "İyileştirmek" sözcüğü zaman içerisinde "lokanta" anlamında "Restoran" olarak kullanılmaya başlandı...



"Bir kadın sadece karnının açlığından değil, duygusal açlıktan da ölebilir.
Hele de şah damarını kesilmiş sayıyorsa, bu yaşadığı açlığın yoğunluğuna direnmeyip intihara bile "aç aç" gidebilir." diye düşünen KS;

Derin'le MSN'de yaptıkları uzun sohbetlerden sonra, sırt çantasını birayla doldurarak soluğu otobüste aldı. Adana'daydı...


KS, Derin'in açtığı kapıdan usulca içeri girdi.

Kendini küçük ve oldukça loş bir salonda buldu, çünki perdeler sıkı sıkıya kapatılmıştı. Solda TV duruyordu ve ortadaki fiskos masasının çevresine mavi kumaşlarla kaplı çekyatlar dizilmişti. Duvarlar açık renkte ve cıvıl cıvıl desenli kağıtlarla kaplıydı. Sağdaki çiçek köşesine palmiyeler kasılmıştı :

"- 1 günlüğüne ayarladım burayı. Aynı yerde çalıştığımız arkadaşımın evi. Ve "evine erkek atacağım" bile dedim sırıtarak. Çok şaşırdı. Aaa, ayakta durmasana. Otur, otur da biranı yudumla Sihirbaz" diyen;

bu son derece güzel - biçimli - beyaz bir meleği andıran oval yüze sahip, hayatı olduğu gibi kabullenmiş, sabırlı ve sakin, ama kendi alemine gömülüp kalmış genç kadının karşıdaki çekyatta "ayaklarının bileklerini birbirine dolayarak ve pürüzsüz - küçücük parmaklarının sadece ucunu halıya basarak" öyle bir oturuşu vardı ki, sahip olduğu dişiliğin tüm zerafeti tam manasıyla saçılıyordu salona.


Kocası hem zengin hem okumuş olduğu yalanıyla nikahlayıp kopardıktan sonra onu ailesinden ve çok sevdiği İzmir'den, "belki zamanla düzelir" diyerek, "aşağılama ve hakaret" içeren tüm davranışlarının yanısıra bir de aldatınca, erkeklere olan güvenini kaybeder Derin.

Hatta onlara karşı gizli kin bile beslemeye başlar.

Kendini tamamıyla kızlarına adamıştır ki, zaten "kötü" olan kocası ansızın kendi yaşamını birtarafa bırakan - heran başka kişiliğe bürünen - değil erkeklik vazifelerini yapmak, dişlerini bile fırçalayamayan - sefil, bezgin, tehlikeli bir şizofrene dönüşünce zaman içinde, kaçar o köyden...



Saatlerce konuştular.
İçtiler biralarını ve hayattan - insanlardan - herşeyden konuştular.
En çok da "Özgürlük"ten.


Bir işçi istiyorsa "maaşa zam" - bir genç istiyorsa "anlaşılmak" - bir doktor istiyorsa "can da alabilmek" - bir mimar istiyorsa "normların dışında binalar inşa edebilmek" - ve bir kadın istiyorsa "söz söyleme ve hüküm verebilme hakkı" manalarına gelen şu "Özgürlük" kelimesi bu kadar mı çok şey anlatır ya da bu kadar mı çok yanıltırdı?



Peki ya Derin?




O hapsolduğu ve çok bunaldığı küçücük dünyasının kabuğunu kırıp da özgürlüğe nasıl ulaşırdı?..



Ulaştı.

KS onun elbiselerini çıkartıp çırılçıplak bıraktığında, ve orgazmın doruklarına taşıdığında, uçsuz bucaksız özgürlüklere de ulaştı.

Üstelik "söz söyleme ve hüküm verebilme hakkı" da vardı.

Yaz mevsimine "erken gel ve çok uzun süre kal" deme şansı hiç yokken, KS'ye defalarca;

"- Hadi beni yere yatır, kapının altından esen soğuk rüzgar bedenimi yalarken, ve o sihirli ellerin göğüs uçlarımda dolaşırken, cinsel organının yaydığı sıcaklığı ta kukumdan başlatıp da ense köküme kadar ulaştır, ve bana ister bir bakire ister bir fahişeymişim gibi sahip olup, orgazmın zirvesine birdaha birdaha ulaştır!" deme lüksü vardı.



Derin bu lüksü o 24 saat içinde biçok kez yaşadı.

Özgürce...


Aklında da artık şu vardı :

"Yıllardan beri ilk kez birisi bana bir eşya - bir araç değil de, sahip olduğum kadınsı "Nur'un" farkındalığıyla baktı, içime de bu soylulukla aktı.

Sırf bunu yeniden hissedebilmek için bile olsa bu aptal dünyada kalınır, yaşanır, yaşamalı."…


***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{46}

**********



BİNLERCESİNDEN SADECE ÜÇÜ

****************************************





BEKAR VE EFKARLI YALNIZLIKLARI

ODASININ HERYANINA SAÇIP,

ASLINDA ÇOK HAFİF VE KORKAK İKEN,

ÇOK AKILLICA HARCANMASI GEREKEN BİR GAYRETLE

"SEVİLMEK" DENİLEN ŞEYİ ELDE ETMEK ADINA,

İNANCIYLA EYLEMİ HİÇ DE BİR OLMAYAN ŞEKİLDE TAPINIP DA,

SÖZÜMONA YÜREĞİNDEN TAŞAN AŞKINI

BALLANDIRA BALLANDIRA ANLATIRKEN;



HİÇ FARKINA VARAMIYORDU Kİ

KARŞISINDAKİ ADAM FEVKALADE BİR GÖRÜŞLE

YEMİNLERDEN ÇOK

ŞAHSİYETLERİN ASALETİNE BAKAR...



***





"- Beni kimse tam olarak anlamıyor" dediğinde Kelimelerin Sihirbazı (KS), ya gülüp küçümsüyor - ya burnu büyük diye nefret ediyor- ya da boş bulunup da anlamaya çalışırken, dayanamayıp sigorta attırıyorlar…



Oysa sadece "anlayamayacaklarını" anlasalar bile yetecek.

Çarşının ortasına dükkan açan sünnetçinin vitrine niçin "Saat" koyduğunu anlayıverişleri kadar kolay olacak onu kabullenişleri :).

Bir de; 3-5 bin kitap okuduğunu söylediğinde şaşıranlara çok kızıyordu KS, sonra vazgeçti.

Öyle ya; "herşey mümkündür" felsefesine ancak 1 kitaba 6 okuyucunun düşmediği ülkelerde sahip olunurdu.

Ailesinde en az 1 adet "Yazar" olan insanlar, ancak İzlanda gibi yerlerde bulunurdu.

Facebook'ta yazdığı şeyleri okuyan kadınlar, her ne kadar KS'yi tam olarak anlayamasa da, onları ve geçmişteki bütün kadınlarını bir "Kitap" yerine koyduğundan, onlara öyle muamele etti KS.

Kapağını açtığında o kitabın, dünyaları umursamayan bir kadının aşk için akıttığı salya sümüğe hayran olacağını sanarak ellerini uzattı hep geçmişte.

Uzattı ki; "karton karakter" olmaktan sıyrılıp "bir" olsun, KS'nin Bir'i olsun.

Sayfaları çevirdikçeyse; salt kibrine destek olması için piyano dersi alan, veya, caka satmak için kütüphanesine kiloyla kitap satın alan zorbalarla karşılaştı.

"Aman yarım kalsın bu hikaye de" diyerek kitabı alelacele ve açmamacasına kapattı.

İşte şimdiki 3 kadının hikayesi, diğer binlercesinin hikayesine tercüman olacak cinsten ve KS'nin okumaya "yarısındayken" son verdiklerinden...



Neslihan annesini erken yaşta kaybetmişti, ve engelli kardeşinin bütün sorumluluğunu almışken babasıyla birlikte, sonra da onun kötürüm oluşuyla yalnızlık cinleri başına üşüşerek debeletirken, ve bütün gün ikisinin birden bakımıyla meşgul olurken "doğurmamış ama anne" edalarıyla, bir yandan da yaşamındaki gerçek şartları hiç dikkate almadan, "olmayacak şeyleri olabilecekmiş gibi" düşünebilme, ve günlük koşuşturmaların sıkıntı - baskılarından kurtulup da boş vakit bulduğu an "rüya ile hülya olmasa züğürtlerin canı çıkar" sözünü doğrularcasına hayaller kurmaya başlar, boyutunu da otistik düşünceye kadar götürür, evlenip yuva kuramadıkça "aleyhine işleyen günlerin" acısını da bu düşlere yükleyerek yaşar, hayalleriyle içiçe yaşamayı benliğinden sildiği an bitip tükeneceğini de çok iyi biliyorken, "orada kendisini bekleyen boşluğa" nasılsa düşmeden nefes alıp veriyordu.

İstanbul'da yaşıyorlardı ama, asıl İstanbul'dan çok uzaktaki varoş bir mahallede. Fakat hayallerin kenar mahallesi ya da jet sosyetesi olmazdı. O da özgür özgür hayallerini kurar, bunu yaparken de birsüre sonra içini çeke çeke ağlardı. Gözyaşları pembe yanaklarından peşpeşe düşerken, alt dudağını bükmekten ve sümüklerini de hork hork çekmekten hiç utanmazdı. Pencereden dışarısını seyrettiği anlarda "içine çöreklenen gariplik" eşliğinde, iki çocuğu olacağını hayal ederdi mesela.


Bir oğlan bir kız. Oğlan babası gibi kumral, ve kabak kafalı olacaktı muhakkak ama, kızı, kendisi gibi esmer ve alyanaklı. Bahçede oyun oynayıp dururlarken oğlan kızı ittiriverecek "kediyi ben seveceğim sen bırak" diyerek, ve gayet mutluyken kızı "duru sesi buruşan yüzünden bir çığlığa dönüşerek anne yaa şu oğluna baaak" şeklinde ağlamaya başlayacak;

Neslihan da birkoşu gidip yanlarına, onları öpüp barıştıracaktı.

Gelmedi o "gök mavisi gözlü kız ile çakmak çakmak bakan oğlan çocuğu" hiç dışarısını izleyip durduğu pencereye doğru uzaktan uzaktan.

Kanı kuruyup, ilikleri kıkırdağa dönmeye yüz tutup, memeleri bir erkeğin ağzına acımsı gelecek hale dönüşünceye dek bekledi, ama, kendi çocukluğundan bu yana hayallerini kurduğu "kapının ansızın açılıvermesiyle içeriye giriverecek olan, kara saçları omuzlarını süsleyen kızıyla - yaptığı yaramazlıklardan sonra başını onun dizlerine koyup da ağlayan kabak kafalı oğlu", engelli kardeşiyle kötürüm babasından meydan bularak ona gel-e-medi.

Çok bekledi öncelikle bir damadı sonra da o hayalindeki çocukları, ama, bir türlü gelmedi üçü de, gel-e-medi…



Sonra birgün aşık oluverdi. Hem de nasıl!

Öyle bir aşk ki; dünya üzerinde hiçbir kadın onun kadar inanmamış, aşkı böylesine dirilerek karşılamamış, yüreğini de bir şifa iksiriyle yıkanmışcasına ak - pak edip, tarifsiz sevinçlerle doldurmamıştı.

Kötürüm babasının üçotuz emekli aylığından kırparak taksitlerini ödediği bilgisayarının başındayken, facebook denilen yerde denk geliverdiği Kelimelerin Sihirbazı isimli yazar, ona ve hayata ait öyle şeyler anlatıyordu ki;

içinde bulunduğu zorlu yaşamda adımlarını ağırlaştırıp da "balçık çamur kütleleri" misali, ya da, habire zincire vurulup tökezlenmesine yol açan ne varsa envai, herbirinden kurtuluyor, ve sihirli yazıların sahibine de daha bi bağlanıyordu.


Müptelası olduğu adamı hiç vakit kaybetmeden MSN listesine ekleyip, anlattı içinde bulunduğu duygu durumunu ve, "Senin için herşeyi yaparım!" ahkamıyla da kapatıverdi oturumu.


Haftalarca ettikleri sohbetlerde KS Neslihan'a;

onu bulunduğu zindandan kurtaramayacağını, ancak, kendi kendisini kurtarmak adına isabetli telkinlerle destek olabileceğini;

çünki, KS vasıtasıyla kurtulmanın "aslında başka bir zindana atılmak" gibi bir etki yapabileceğini anlatmaya çalışsa da, vazgeçiremedi.

Aşk'a söz geçer miydi?.. 1/3

***



Ayşe Gebze'liydi, ve, alabildiğine duyarlı bir beyin - ruh - kalp üçlüsünden çıktığını kolayca anladığı yazıları "her kelimesini ayrıştırarak" okudukça Facebook'ta;

yıkıcı bir kasırganın önünde sarsılan ağaç gibi titriyor, acılıklarıyla yaşamını harap eden, ve tek sebebinin de "kocası" olduğuna inandığı korkunç anılardan saklanmak istercesine yüzünü elleriyle kapatıyor, sonra da KS'nin sihirli yazılarına daha bir samimi şevkle sarılıp okuyor, okuyor, onların sahibine daha bir tutuluyordu.


Senin adın "beyaz" olsun demişti Ayşe'ye ilk konuşmalarında KS.

Çünki MSN'de açtığı kamerada, sütbeyaz bir elbiseyle çıkmıştı onun karşısına. Oysa ne saftı şu sihirbaz yarabbi, sütlük beyazlık mı kalmıştı? Yüzünden beyazlık dahil her rengi çekip alarak;

daha önceki masumiyet - duygusallık - soyluluğu da bir "karalıkla" bulandırıp, çöküşe - dayanıksızlığa - yapayalnızlığa dönüştürerek hüzne bulayan, aşk ve sevgiyle dolu olması gereken "yarınlarına" ait bütün düşleri evliliklerinin daha ilk üç yılında kırıp - döken - tüketen bir kocası vardı.

Öyle ki; artık zamanı algılayamıyor, umudu ise kafdağının ardında arıyordu. Ona iki kızı bile yardımcı olamıyor, her gününü "değişik yıkılışlar" eşliğinde, ve uykuyla uyanıklık arasındaki bir sersemlik ile yaşıyordu.



Geceler ise ayrı bir dertti. "Bir insanı sevmekle başlar herşey" diyerek yola çıktığı ve sevdalandığını sandığı, pijamasını katlamaktan bile uzak bir sarsaklıktaki "kocası olacak adam" Ayşe'yi kavgasız gürültüsüz olmasıyla da "iyi bir evlilik" sayılan oyunun "ideal koca" argümanı olarak yatağa girecek - yorgun olup olmadığına ya da isteyip istemediğine hiç bakmadan üstüne çıkıp aklınca "sevişecek" - onu da tam beceremeyip yarım yamalak hallederek yana kıvrılıp uzanacak, sonra da Ayşe'nin kulağının dibinde sabaha kadar horlayacak.


Şu Ayşe isimli köle "duygu yoksunluğundan" dolayı acı çeker üzülürmüş kocasına ne?

O iç huzurlarıyla osura - horlaya uyurken, Ayşe "içinin devasa darlığından" perdeleri açıp sabaha kadar gökyüzünü izlemiş - uyumaya niyetlendiğindeyse "yastığı koca bir taşa dönüşüp" kafasına batarmış kocasına ne?



Aslında onu suçlamakta haksız mı acaba?

Şu "kocası olan adam", birzamanlar çıta gibi olan bedenini, ve o bedenin "bir davula takılan deri" gerginliğindeki eski halini kaybettiğini - bıkkın kadınların gezdirdiği lopluktaki geniş kalçalarını - sarkık sayılabilecek memelerini - ve bedenindeki gevşemişliklere yarenlik eden ışıltısız ve coşkusuz gözlerini neredeyse her gece tepesine çıktığında farkediyor muydu ki, kalkıp "duygularını farketmiyor" diye kızıyordu adama?


Ve birşey daha vardı onun asla farkedemeyeceği : Sırf daha rahat uyuyabilmek için becerdiği karısı, o uyuduktan sonra, büsbütün bir yalnızlık - hüzün - mutsuzluk bataklığına saplanıp, kurtulmak için çırpınmıyordu bile.

Öyle ki; evlendikten sonra herşey yıprandıkça hızla, adına "sevda" dedikleri şeyin de çay bardağındaki çayla birlikte içilip bitirildiği - yemek pişirdiği tencereyi ovduğunda lavabonun deliklerinden geçip giden is karaları gibi kolayca giderildiği - aylarca balkonda güneşin altında rengi atmış bir gazete misali solup eskidiğini görüyor olmak "korkunç" gelmiyordu artık Ayşe'ye.

Tuttu bir deneme yaptı ve kocasını en yakın arkadaşı Nurten'in koynundayken getirdi gözünün önüne. Sonra da bir solukta seviştirdi. İçi kavrulsun istedi, onu kıskanmak istedi. Yoksa, yoksa, kıskanmayı mı unutmuştu?

Çünki böyle bir durumdayken bile kocası ve yakın arkadaşının sevişmeleri onu zerre miktarda ilgilendirmedi.


Tam; "Eskisi gibi yürek çarpıntılı - heyecanlı Ayşe yok buralarda. Öldü o yalnız gecelerin sabahını bulmaya çalışırken çocuklarını ve kocasını uyuttuktan sonraları. "Evli kadınlığının" boyun eğişi öldürdü onu ruhuna işleye işleye!" diye düşünürken, büyük kızı ders çalışsın diye aldıkları bilgisayarının başında bir arkadaşının önerdiği KS ve yazılarıyla tanıştı…



Aman Allah'ım!

Böyle birşey mümkün olabilir miydi?

O yazılardan fışkıran "hüzmeler" yalnızlığının üzerine böylesine dik açılarla düşebilir, hala güzel ve endamlı sayılabilecek vücudunu ürpertip, parmaklarını ipeği andıran uzun saçlarının içinden geçirdiği esnada yürek dolusu gülümsetip de "kocası olacak adamla" olan bütün donuk ve soğuk geçmişini unutturup;

dünyayı yeniden dönüyor, ve zamanı yeniden akıyor hale getiriverirken;

yazıları kuşatan samimiyet ve sevecenlik tüm benliğini sarıverip, ona "kanatlanmış" hissini yaşatabilir miydi?


Ne hissi yaa ne hissi? Okudukça farkediyordu ki;

artık resmen bir sevda perisiydi! KS'nin henüz farkında olmadığı - bilmediği sevdalı bir peri!

Hemen bilsin istedi, ve o sihirli yazıların efendisini MSN listesine ekledi.
Ne güzelll, yanıt da vermişti…



Aylar geçti. KS sabırla Ayşe'yi ve bazen açık açık bazen de gizli kapaklı yaptığı aşk söylemlerini dinledi.


Ona da her fırsatta, "KS'yi hiç tanımayanlar veya tanıyıp da okumayanlar veya okuyup da anlamayanlar" safında yer aldığını söyleyip;

Leyla ile Mecnun'un ulaştığı aşk neşesine asla erişemeyeceklerini,
belki yüzlerce belki de binlerce kez söyledi.


Karşılıksız da olsa, aşk'a söz geçer miydi?.. 2/3



***



Selma Mersin'de yaşayan - bir yıldır dul - sakin - sağlam yapılı - çilekeş bir 3 çocuk annesiydi.

Gençti, güzeldi, işveliydi.

O da diğer binlercesi gibi "dil'inkine" alışkındı da, "hayat sürçmesinden" muzdaripti.

Dil sürçtüğünde yine dil kullanılarak düzeltilebiliyorken, hayatı sürçmüştü onun, ve bunu hangi hayat ile düzeltebileceğini birtürlü bilememişti.

Oysa herşey ne güzel başlamıştı, ve tüm ömrü kocacığının güzel saçlarına yüzünü gözünü sürerek - onun cezbeden kokusunu bir yaşam iksiriymiş gibi kana kana içine sindirerek - insana güven veren kolunun çemberinde "mutlu ve mesutken" daha bir sokularak geçirecekti "yaşadığımız dünyayla alakasını kesip de bambaşka alemlere dalıp gitmiş" hallerdeyken.


Olmadı!

Tam da mutluluk üzerine ne kadar mucize varsa inanmaya başlamışken, kaos ve kabus denilen acayipliklerin "bir başka kadın" kılığına girip de onun biricik hanesine dolanmasıyla, gecenin bir vakti 2 yavrusunu da alarak kapıyı açıp kendini sokaklara attı.

Ne bastığı yeri görüyor ne de sağanak yağmurdan etkileniyordu. Sadece çocuklarının ıslanması üzüyordu, ama, üçüncü bebeğinin karnında olup da yağmurdan korunuşu azıcık da olsa Selma'yı avutuyordu.


Kimsenin bilemeyeceği ama onun muhakkak yaşayacağı bir gelecek için fal bakarmışcasına uzun uzun süzdükten sonra gökyüzünü, 5 yıl önce giriştiği "deli saçması kader oyununa" önce karşı çıkan sonra da "çaresizlikten dolayı seyirci kalmaktan başka bişey yapamayan" o anne ve babasının kapısını, asla yapmacık olmayan bir hüzünle tedirgin tedirgin çaldı.


Bir zamanlar müstakbel kocasıyla arasına giren "bir karaçalı" gibi gördüğü büyükleri emindi ki onu anlar, içeri alır ve sahiplenirdi. En azından üçüncü bebeğini doğurana kadar!

Kapı açıldı. Gecenin derin sessizliğine hiç aldırmayan, Selma'ya tek bir soru bile sormayan biricik ailesi, onu ve sırılsıklam olmuş çocuklarını aceleyle içeri aldı…



Çocuklarının üçünün de doğumundan sonra kendine geldiği an ilk sorduğu "bebeciğinin sağlığı" olmuştu gayr-i ihtiyari. Kana bulanmış bir apışarası varken, ve bedenindeki her parçası sancırken, hemen her annenin yapacağını yapıp onların nasıl olduğunu sormuştu hemşirelere.



Kucağına ilk aldığı anda da, o sevgili varlığın "Merhaba, ben bebek. Senin adın da anne olsa gerek!" dercesine tutunuşuyla, gökyüzündeki güneş sanki sadece onları ısıtmak gayesiyle doğuyor - ırmaklar ve dereler ise sadece onların ayaklarını yıkamak istercesine çağlıyor sayışlarını anımsadı.

O duyguların boş olduğuna;

kendisi küçücük bir kızken her saniye ferahlık duygusu veren şu kocaman "baba evinin" genişliğinin, zaman geçtikçe boşluk - ıssızlık - yalnızlık - karamsarlık - kaygı - panik ve hatta kin kustuğunu gördükçe üzerine;


üç çocuk doğurmuşluğunun pek de övünülecek birşey olmadığını, çünki, sokaktaki uyuz itin de bunu pekala becerebildiğini - iştahsız olduklarında elinde mama tasıyla "doğru dürüst doysunlar" diye peşlerinden koşmasa da büyüyüp bir baltaya sap olabileceklerini - soğuk kış geceleri hastalandıklarında başları ucunda sabahlamalara ve ağlamaklı gözlerle nöbet tutmasa da "daha geç iyileşmeyeceklerini" - analı veya anasız da olsalar büyüyebileceklerini - bir insanın mutsuz olacaksa böyleyken de olabileceğini düşündü.

Peki ya kendisi?


Perişandı.

Küçücük bir kilerde iri sopalarla kovalanıp da birköşeye kıstırılmış kedi gibi ürkek ve tetikteydi. Yüreğinden dışa vuran siyahi rengin sesi evin büyük ve yüksek odalarında yankılandıkça daha da ürkütücü bir hal alırken, tutup el kadar bebeğiyle birlikte çocuklarının odasına sığınıyor;

gelgelelim kocasıyla "öteki kadının" sırtına yükledikleri o "şehrin bütün yalnızlıkları" yakasını bırakmıyordu.

Uzandığı herşey elinde kalmıştı hayatta, ve artık ucundan bile tutmaya çekiniyor, ruhunu serinletecek birşeyler bulamadıkça da daha çok bunalıyor;

20 küsür yıllık yaşamında neyi var neyi yoksa hepsine "manasızlık" yükleyen, ve en cüretkar şekilde kalan hayatına da "bitmişlik yaftasıyla hükmeden" kocasının;


evlendikleri gün avuçlarına tutuşturduğu o güzel görünüşlü çiçeğin geçen zaman içinde taşınması imkansız bir kaktüs ağacına dönüşerek belini bükmesine yol açtığı, ve gönlünün saçlarının dağınık - gönlünün ellerinin kirli - gönlünün tırnaklarının uzun ve pis birşekilde yaşamasına sebep olarak, her anını "utanarak ve öylesine" yaşamak zorunda bırakışını hiç affedemiyor;

kendini her soluk alışverişte bir uçurumdan itiyorlarmış gibi hissediyordu.


Çığlıklarını içine göme göme bir mezarlığa çevirmişti orasını da, ve o çığlık çiçekleri yemek - bulaşık - çamaşır - temizlik denen şeylerin acımasız egemenliğinde "beyninin elini kolunu bağlayarak" uğultularla, nasıl da mırıldanıyordu aşkın - sevdanın çoktan öldüğünü, ve o cesedin de, hasta çocuğunun başında sabahı ederken alnına koyduğu sirkeli bezlerle asla ayağa kalkamayacağından emindi.


Aşk ve sevda öylesine cesetti ki artık onun içinde biryerlerde, memeleri sadece bebeğine süt vermeye - kolları zoraki de olsa çocuklarını sarmalamaya - kasıklarını her hareketle titreten bacaklarıysa çocuğunu sallamaya yarıyor, o cesedin kokusu da gülyüzünü günden güne solgunlaştırıp, gözlerine "önüne her ne çıkarsa çıksın suçlayıcı bakışlar" kazandırıyordu.

Çıra misali yanan o yeşil gözler - yumuşak bir örtüymüşcesine o gözleri perdeleyen siyah ve uzun kirpikler, bir büyüyü gizleyip gizleyip gösterircesine kapanıp açılan o güzelim gözkapakları hızla bitkinleşiyor - şavkını ve ışıltısını yitiriyor - Selma'nın içindeki cesetle yarışa girişiyordu.

Hani yaşlanıp da ölüme yaklaştıkça insan küçülürmüş ya, işte tam öyle "gittikçe küçüldüğünü ve yapayalnız uzandığı karyolasının da her geçen gün büyüdüğünü" hissediyordu.

Sonra birşey oldu!..



Sihrini hissedebildiği ama "yitip gitmişliğiyle" birtürlü somutlaştırma gücünü kendinde bulamadığı, kömür karası gözlerine bakmaktan hiç sakınmadan, kendi yeşil gözlerini de hiç kapamadan, pespembe dudaklarını onunkilerden kaçırmaya hiç gerek duymadan, ve her göreni hayrete düşürecek bir becerilikle altına doğru kayıvermişti o muthiş yazar KS'nin.

Kendini ona sunmaktan, ve bütün mahremini ona açıverip de üstüne çıkarmaktan zerre kadar tereddüt etmemişti.



Çünki o sihir yüklü yazıları kaleme alabilen adam bunu hem hakeder hem de kaygılarını anlayabileceği gibi, kırılganlığının sınır ve boyutlarını da hissedebilirdi.

KS memelerini emip sömürürken, kayganlaşan kukusunun da açlığını gideriyor, ve ruhundaki çürümüş cesede yeniden "et ve kemik" giydiriyordu, ki, büyük oğlunun seslenmesiyle sıyrılıverdi "körlemesine kendini bıraktığı" o tutkulu sancıdan.

Farketti ki, cinsel organı sırılsıklam halde,
oğlunun bilgisayarının başındaydı ve ekranda da KS'nin bir yazısı vardı...



Ne yani; bu adam onu bunca etkileyip de "tamamen gerçekmiş gibi hissedilen" bir sanrı mı yaşatmıştı?

Fakat sanrılarda "arzulanan nesneler" bellekte kaldığı şekliyle görülebilirlerken;

Selma tek bir yazısını okuyarak şu KS denen, ve daha önce hiç görmediği adamı tüm bedeninde nasıl ağırlamıştı?

Düşünmeyi bıraktı, KS'yi MSN'ine ekledi ve ona duyduğu aşk'ı anlatmaya başladı!

KS elbet kulak verirdi de,
aşk'a söz geçer miydi?.. 3/3



***



Yazılarında somut hareketten çok, "düşüncelere ve düşünsel yaşantılara" önem veren KS, cümlelerini "uzun fakat bir ahenk içinde birbirlerini tamamlar" şekilde kurup, onun üslubunu yer yer "aksak ve pürüzlü" yer yer de "çapraşık ve karmaşık" bulanlara bile, "Ama olsun. Bu da onun süsleme sanatı - sanatının süsü, ve harika" dedirtme konusunda çok başarılı olsa da, yukarıda sadece 3'ü örneklenen binlerce kadından nasıl uzaklaşabileceğini bir türlü keşfedemiyor, keyfi kaçıyordu.


Onlara psikoloji ve parapsikolojinin en görkemli kıssalarıyla birşeyler anlatsa, ve onların "KS'ye karşı hissettiği çılgınlıkların" asla KS'nin talihi olmayacağını ispatlasa, dayanamayıp MSN'de engelleyip silse de yeni yeni mail adresleri kaydederek tekrar tekrar geliyorlardı o "biricik adamlarının" accountuna, ve bazen de tamamen başka biriymişcesine sohbet ettiklerinden, KS onların kim olduğunu öğrendiği an'a dek birsürü zamanını oraya harcamış oluyor, bu durumlara da çok kızıyordu.


Sonra birgün;

KS'yi bile coşkuyla gülümsetecek olan, "hayali ve karanlık bir alemden aksederken tüyleri bile dimdik ederek" kulaklara uyguladığı vahşi temasta da "ince bir olayı" muhakkak hissettiren çınlamalar eşliğindeki DeviLofHacker'in sesi duyuldu bilgisayarın hoperlöründen, ve o ses;


"- Kendini ne üzüyorsun? Sana her daim "senin için herşeyi yaparım" demiyorlar mı, ve her şartta sana sokulup - sana sığınarak yaşamayı arzulayıp da;

sendeki o "bir çift farkındalık yüklü göz" kendilerini ömürlerince sahiplensin istemiyorlar mı?

O halde, geldikleri an yeniden MSN'ine,
onlardan çırılçıplak soyunmalarını ve sanal da olsa "karın" olmalarını iste.


Yarıya yakını "- Sen de bilindik normal erkekmişsin, sadece bedenimi istedin!" diyerek çekip gidecektir emin ol.

Diğer yarıya da onları saniye saniye kayıt edeceğini ama asla bir zarar gelmeyeceğini, fakat bu çıplak kayıtların CD'lerini toprağa gömmüş olsan da, ne yapıp yapmayacağını onların seni "rahatsız etme derecelerinin" belirleyeceğini söyleyiver.

Kaldı ki, kayıt etmene bile gerek yok.

Emin ol ki hepsi ; uçmaya gelince deveyim, yüke gelince de kuşum diyen devekuşları gibi davranmaktan vazgeçip, seni rahat bırakacaklardır.

Hadi kolay gelsin! :D" şeklinde konuşuyordu...



1540'lı yıllarda Roma'da kullanılan ilk "Soğutma" yönteminin esası, bolca tuzun su içinde eritilmesiydi.

Aralarındaki anlaşmayı hiçe sayıp zırt pırt devreye girerek hoşa gitmeyen birşey yapmış olsa da, DevilofHacker galiba teknolojide kullanılan soğutma yöntemlerini "kadınlar ve kalpleri" üzerinde de etkili olacak hale getirmiş, gerekli revizyonlardan sonra da Kelimelerin Sihirbazı'na önermişti.


Çok aşık ve herşeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen binlerce okuyucusu kadın, kalpleri göğüs kafesini delerek dışarıya fırlayacakmışcasına atsa da KS'ye karşı;

ya da onun bir tek samimi öpücüğü, sanki, içine düştükleri hastalığın derecesini ılık bir iklim seviyesine indirecek, ve çektikleri ölüm azabının tamamını dindirecek de olsa biranda;

yaptığı şu ahlaksız teklifle "Nesirde mantık ve eşya kurallarının" tamamını susturup da bilinçaltlarını konuşturabilen şu KS'ye ne denebilirdi ki?

Yuh mu?

Akla en makul geleni; o sihirli yazıları hergün aynı hayranlıkla takip etmek,
ama, şu deli yazarın peşini bırakmaktı.



Bu "peş bırakma" eylemini,

KS'nin webcamdaki;
"kalpleri tutuşturacak derecedeki ateşinin ardındaki hınzırlık da alenen sezilebilen bakışları" eşliğinde;


Neslihan; bekaretinin de verdiği ürkeklikle ancak askılı fenilasına kadar;



Ayşe; henüz kocasıyla da seks yapıyor oluşlarının utangaçlığını biraz sağaltmasıyla, çırılçıplak soyunmasına rağmen cinsel organını birtürlü webcamin objektifine dayayamayıp da KS'nin dileğini layıkıyla yerine getiremeyerek;


Selma ise, uzun zamandır yaşadığı dulluğun, çektiği yalnızlık çilesine katmer oluşuyla, sadece memelerini göstermekten öteye gidemeyerek webcamde;


"Aşık olduğu adamla cilveleşip de, onu hayatının bir parçası haline getirememişliğin" zehirli kıymığı şahdamarlarına saplanmış olarak gerçekleştirdi, ve, diğer binlercesine katılıp, çekti gitti...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{47}

**********





BİR TELEFON, BİR LAPTOP VE SAKATATLAR

******************************************************





AH, HATALI KUL!

BENİ SAKIN BIRAKMA!

SEN BANA HER AN LAZIMSIN EY HATALI KUL!

SEN OLMAZSAN BEN NE YAPARIM?!



AH, ACI BANA HATALI KUL, ACI BANA!

GEL, SOKUL, SOKUL DA Bİr ANLAMI OLSUN YAŞANTIMIN!



GEL DÜŞMANIM OL BENİM EY HATALI KUL!

GEL ÖLDÜREYİM, KIRAYIM DÖKEYİM SENİ, GEL!



BİR SIR VEREYİM Mİ SANA EY HATALI KUL?!

BİL Kİ SEN OLMAZSAN BEN DE OLAMAM, GEL!



***



"- Harika yazıyorsunuz!" diyordu kadın. "- Bu harika yazılar mükemmel bir ekip işi olmalı.

Çünki ancak birbiriyle "organizmaymışcasına bütünleşik çalışabilen beyinlerin ortak emeği" şu güzellikteki eserler ortaya çıkarabilir.

Hele de noktalaması iğrenç - kelime seçimleri berbat - cümle kurguları rezil - tasvirleri beş para etmeyen birsürü yazı garabetlerini okumuşsanız şu Facebook'ta;

inanın ruhu yenileniyor insanın sizlerin yazdıklarını okudukça. Tebrikler."…

Kelimelerin Sihirbazı (KS) bu iltifatı yapan kişiye kuru bir "Teşekkürler" yazdıktan sonra MSN konuşma balonunda, hemen gidip profilini inceledi. Resmine, çok süslü bir kapının önünde duran - kısa boylu - kırarmış saçları kirpi gibi kabarık - badem gözleriyle çakmak çakmak bakan bir ecnebiyi koymuştu kesin.

Çünki Türkçe yazmasına rağmen MSN'de, bir Türk olmadığı aşikardı.

"- Ama yanıldınız. Yazılar bana ait ve tek başımayım. Bu kadar beğendiğinize göre bütün yazılarımı geriye dönük olarak da okumuş olmalısınız. Günde sadece 1 uzun yazı 1 tane de özdeyiş kalitesinde pasajcık yazarım" şeklinde cevap verdi KS.

"- Aman Allah'ım. Bu inanılmaz! Fakat günde birtek yazı çok az. Daha fazla yazmalısınız" diyen kadına da, sırf makara olsun diye;

"- Ben çok fakir, yapayalnız biriyim. Dünyada hiçkimsem yok ve bilgisayarım dökülüyor. O birtek yazıyı hazırlamak bile bu PC ile, bütün günümü alıyor. Zaten bunu da bit pazarından aldım neredeyse bedavaya, çünki büyük ihtimalle çöpe atılmıştı. Daha çok yazı üretemediğim için sizden özür dilerim :(" şeklinde yanıt verip, tepkisini ölçmek istedi.

Kadının, "- Ben sana son model bilgisayarlar, cep telefonları, araba veya ev alırım. İnan ki bu dünyada artık yalnız değilsin, çünki ben varım!" biçiminde konuşmasıyla da şok olup;

"- İyi de, sen kimsin?" dedi...

Yahudiydi ve 50'li yaşlarındaydı anlattığına göre.

KS'yi kocasının yanından bile rahat rahat arayabilecek modernlikte(!) bir "kalburüstü zenginlikleri" vardı. Sesi ise paket paket sigara tüketmiş de çatlamışcasına geliyordu cep telefonundan, ve "yapayalnız bir adam olan KS'ye" sunduğu şeyler, "sadece yazılarına istinaden bulunduğu vaatler" ışıl ışıldı.

Gözleri kamaşan KS, insanda varolan ve 5 duyunun yardımını asla gereksinmeyen bir duygu sistemini, yani, "sezgilerini" hemen harekete geçirip;

normal bir insan bu söylemlere "Sorma kişinin aslını, sohbetinden bellidir" diyebilecekken, ve o süslü vaadlerin ardından koşabilecekken;

"Otu çek köküne bak! Şu kadının ataları değil miydi Hz. Musa'yı çileden çıkarıp da başına türlü türlü işler açan? Hatta Tanrı tarafından lanetlenip damgalanan?" diye düşünüp, zaten pırt pırt araya girip sahneye fırlayan DevilofHacker'e havale etti kadın hakkında istihbarat yapma ve neyin nesi olduğunu anlama işini.

Gerçekleri gözüyle "duyup", kulaklarıyla "gördüğündeyse";
panikten, neredeyse birdaha takmamacasına çekiverecekti PC'nin fişini...

KS'nin kullandığı bilgisayar sistemi, kapalı bir mekana gönderilen bir ışın demetinin yansımaları üzerindeki kesintilerden dolayı oluşan titreşimlerden "ses sinyali" elde edebilecek profesyonellikteydi.

En ilginç olan da, kadının kullandığı Laptop'un yanısıra, kapalı bile olsalar sabit veya cep telefonlarını da kısa birsüre sonra "dinlenebilir" hale getirişiydi DoH'un.


İlk kez 1992 yılında kullanılan "İnternette sörf" tabirini;

"içinden elektrik akımı geçen herşeyde ve heryerde sörf" haline dönüştürebilen DoH'a, "Yazılar yazarım Faceook'da, ve bizim tavuk bir yumurta yumurtlamış olur, ki, onu da 7 mahalle duyar.

DoH'un kısrağı küheylan doğurur da hiç sesi çıkmaz be :D" diyerekten takdir edip;

"ihtiyaç halinde, iş becerir olmak erdemli olmanın önüne geçebiliyormuş" fikrini birkez daha ispatlayan DoH'u uğurlayıp, kadını ve kocasıyla birlikte yedikleri haltları izlemeye-dinlemeye başladı...

Düzenbaz - sahtekar - namert oluşu kadar, para için yapmayacağı kötülüğün olmadığı her hareketinden belli oluyordu kadının kocasının. KS herşeyi kadının laptopuna bağlantı kurarak izleyebiliyordu, ve o laptop 7 adet izleme kamerasını takip imkanı veriyordu kadına. O kameralardan birisi, orta yerinde iki tane büyük mermer masa bulunan - heryeri cilalı ve tertemiz görünen - doktor muayenehanesi ya da ameliyathanesini andıran, kocaman bir odayı göstermekteydi.

Laptoptaki kapalı devre kamera sistemi, o devasa mekandaki her sahneyi en rahat görülecek şekilde veriyordu.

Dikkate değer en önemli şey ise; her odada ayna/cam şeklinde gözetleme pencerelerinin oluşu ve üstü başı tiftik tiftik - saçı sakalı birbirine karışmış - çıplak ayaklarındaki tırnakları çapaya dönmüş bir adamın, gözünü duvardaki büyük saatten hiç ayırmadan bir pencereden öbürüne, çılgıncasına çarpan yüreğine habire bıçak yercesine koşturuşu ve hiç soluk almadan haykırışıydı.

Bazı şeyleri Kelimelerin Sihirbazı biraz sonra anladı...



İnternet aleminde çok bilinen ve sık kullanılan; esası; websayfalarının görünümlerini birebir taklit ederek, link kısayollarına tıklandığında o sahte sayfaya yönlenen, ve adres çubuğunu (URL - Uniform Resource Locator) kontrol etmeyen kullanıcıların, başta kullanıcı bilgilerini sonra da şifre - kredi kartı numaralarını ve özel nesi varsa çalmak amacıyla oluşturulmuş tehdit türüne Kimlik Avı (Phishing) denir, ve bu yöntem "karanlıkta uçan bir ok misali" en acemi hackerlar - lamerlerce dahi kullanılsa, sahibine mutlaka kurbanlar getirir.

Bu sayede de, sanal ortamdaki yıkıcılığı hiç de küçümsenmeyecek şekilde kullanıcıların herşeyi ele geçirilir ve geçici de olsa hayatı zindana çevrilir.

Fakat bu yahudi ekip, "gerçek yaşamlar çalma" üzerine profesyoneldi ve KS'nin ekranda izledikleri tüyler ürperticiydi...

Sokaklarda yaşayarak çöplerden bulduğu şeylerle karnını doyuran düşkün adam;

ansızın karşısına çıkıp da onu lüks bir restorana götürerek envai çeşit sıcak yemek yeme fırsatı sunan; bunu da günlerce - haftalarca - aylarca tekrarlayıp güvenini kazanarak "sınırsız bir sevgiyi köküne kadar hakettiğini düşünerek", böylelikle de kendini ona kayıtsız şartsız teslim etmekte en ufak bir sakınca görmeden;

ancak, hayat içinde rastgele hatta paspal giyinen insanların bile "takım elbise ve kravatla" dolaşanlardan daha fazla parası olabileceğini defalarca tecrübe etmişken, yine bu takım elbiselilerin içinden de;

"caniliğin en üst mertebelerine ulaşmış ve sessizliklerinden ürkülmesi gerekenlerin de çıkabileceğini" hiç düşünmeden;

malikanenin şu mahzeni andıran karanlık odasındaki mermer masaya yatırılıp, sıkı sıkıya bağlanmış haldeyken, kendisini oraya bağlayıp da tıbbi malzemeleri almaya giden çirkin suratlı insanların yaklaşan ayak seslerini duydukça;

herbir ayak sesinin alınyazısını ortadan ikiye bölüverecek birer tehlike çanına dönüştüğünü hissedebiliyor ama artık haykıramıyordu.

Tek yapabildiği; cerahatli ve patlak dudaklarından kesik kesik soluyarak yalvarışlarını ortaya dökmek, ve bunların da beyinlerinde bir sivrisinek vızıltısı kadar iz bırakmadığından emin olduğu şu garip insanları etkilemesiyle serbest kalıp kaçabilmeyi ummaktı.

Kısa bir süre sonra yan tarafındaki mermer masaya da birini getirdiler, ki, teninin beyazlığından bile anlamak mümkündü gayet zengin - sosyete olduğunu.

Saray odalarında, güneş görmeden büyümüş, yaşatılmıştı.

Onu da ameliyata hazırlıyordu şu koşuşup duran ve arapçayı andıran dille konuşan azrailleri. Fakat bizim zavallı düşkün tabii ki İbranice konuşulduğunu bilemezdi.

Gözlerindeki parlaklıklar "eline dolgun bir av geçirmiş çakallarınkini" andırırken, ve O onlara sadece yalvaran bakışlarla bakabilirken;

başucuna gelip de ellerini mermer masaya dayayarak belden aşağısı çırılçıplak haldeyken, ve şahane edası ise şu ölümcül halinde bile onda da afet etkisi yaratmışken, attığı kahkahasını duyduğunda o "sözde iyiliksever kadının", zavallı kalbinin felce uğradığını sandı.

Çünki kocasına, "- Hadi sok şunu içime aşkım, ameliyat başlamak üzere, sok aletini böbreklerime kadar, hadi, oohhh!" diyordu.

KS afallamış kalmıştı kamerada izlediklerinden dolayı.

Ne yani; durumu olduğu gibi kabullenmekten başka yapabileceği birşeyi olmayan, ve kellesi koltuğundayken, hayatı şu cadalozun ellerine teslim edilmiş haldeki adamın çelimsiz bedeninde yılan misali dolaşıp da tüylerini diken diken eden buz gibi parmakların sahibi doktor müsveddesininin de gözleri önünde, böbrek - dalak - ciğer - kornea ve daha işe yarar hangi organı varsa kesilip çıkarılırken;

ve tarifi imkansız azaplardan kurtulmak için "beklediği ecelin çabuk gelmesi adına dualar ederken", ölümlerden ölüm beğenme şansı bile olmayan şu zavallı adamın;

telefonda KS ile konuşurken takındığı candan - sevimli - etkili ve karşısında akan suları durduracak halinin altında bir şeytanı barındıran o kadın "kendisini kocasına becerttirerek" keyif mi alacaktı?

Yaşattığı vahşetle "tüyler ürpertici bir sonla" şu dünyaya veda edecek adamın kanlar içindeki o doğranmış hali ona hiç "herhangi bir çeşit" pişmanlık yaşatmayacak mıydı???

Bütün vücuduna hücum etmiş olan ve "stres hormonu" olarak tanımlanan kortisol'un etkisiyle DoH'u dürttü KS panikle.

"Bu böyle devam etmemeli! Gammaz olmasa tilki pazarda gezermiş DoH!
Çabuk birşeyler yap, çabukkk! :("...

Klavyeyi alan DoH, koordinatlarını belirlediği villanın adresini ve orada o an yaşanılanları hem o bölgedeki hem de bütün ülkedeki Emniyet Müdürlüklerine "Acil" ön belirteciyle işaretlenmiş şekilde mail attı.

Yahudi kadının laptopundaki kendine ait bütün izleri silmeyi de unutmadı.

Çünki büyük ihtimalle dakikalar sonra, o villayı güvenlik güçleri basacaklardı.

Ertesi günkü bütün ulusal gazeteler;

organ nakli olayını mafyavari yöntemlerle gerçekleştirmeyi alışkanlık haline getirmiş, ve daha önce de büyük bir baskınla suçüstü enselenmiş olan doktorun "son kurbanına" kıyacağı, ve organlarını zengin bir yahudi fabrikatöre takacağı esnada yakalandığını;

korkudan konuşamaz haldeki bir yoksulun kurtarıldığını, doktora finansal ve sosyal çevre sağlayan bir karı kocanın da adliyeye sevkedildiğini yazıyordu…

Fakat sürmanşet veya manşetleri süsleyen o haberde;
güvenlik güçlerine gönderilen binlerce ihbar eposta'sı ve kaynağı konusunda tek kelime bile yoktu...


***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 
Top