• Merhaba Ziyaretçi.
    "Yapay Zeka Objektif " Fotoğraf Yarışması başladı. İlgili konuya  BURADAN  ulaşabilirsiniz. Sizi de bu yarışmada görmek isteriz...

Günde bir sayfa okurmusun :?

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{48}

**********





FOTOĞRAFÇININ RUH HALİNİN FOTOĞRAFLARI

***********************************************************





AKLIN MANTIĞIN TERKETMİŞ OLDUĞU

VE KARGAŞAYA BULANIK HALDEKİ ZİHİNLERİ,

METAPSİŞİK PSİKOLOJİNİN DE YARDIMIYLA,

KİTAPLARI İNCELEMEKTEN ÇOK DAHA KOLAY BİÇİMDE İNCELEYİP;



YİNE KENDİNE ÖZGÜ VE

SESSİZ SEDASIZ GÖZLEMLER YAPTIKTAN SONRA,

BİRTAKIM DERİN MANALAR ÇIKARARAK

BİRTAKIM SONUÇLAR ELDE EDER;



DÜŞÜNCELİ - TECRÜBELİ - MARİFETLİ VE

KURNAZ BİR ADAM OLDUĞUNU

KANITLADIĞI KARŞI TARAFA,

BÖYLE BİR KİMSE İLE BİRLİKTE OLMANIN

BULUNMAZ BİR NİMET OLDUĞU FİKRİNİ

KOLAYCA YÜKLEYİVERİRDİ...



***



"- Bir erkeğin bu yazıları yazmış oluşu ne tuhaf bana göre.

Dünya üzerinde bu tip duyarlı erkekler var ve ben gençliğimin 25 yılını bir hödüğe harcadım, acınacak bir hayat yaşadım :( "...

Böyle diyordu MSN'deki kadın.

Ümran'dı adı…

"- Fazla büyütmemek gerek. İnan ki ben de son derece geniş bir kültüre sahipsem de, çok cepheli bir sanatçı olamadım.

Sadece, dünyamın tamamını kelimelerle ördüm daha çocukluğumdan itibaren, onlarla duydum - gördüm - düşündüm ve onları "en kıymetlim" yaptım zaman içinde.

Olay bundan ibaret" diyerek kadının ezginliğini biraz olsun yumuşatma yoluna gitti Kelimelerin Sihirbazı (KS) ve günlerce sürdü sohbetleri.

Fotoğrafçıydı Ümran ve büyükşehirlerden birinin en eski esnaflarındandı. Konu "Mutsuzluk" olduğunda da birhayli eski ve kıdemliydi. Aslında artık, yani 50 yaşındayken, yaşamasını bilen bir kadındı ve kazandığı paraya kölelik etmek yerine ona hükmedebiliyordu, fakat çok mutsuzdu.

"Herhangi biriyle 1 batman tuz yemedikçe neyin nesi olduğu bilinemez" sözünden haberi olmadığından, kendisinden 25 yaş büyük bir yerel gazeteciyle "aşık oldum" sanarak ve cemiyetteki şatafatına aldanarak evlenmiş;

1 batman tuzun yaklaşık 9 kg ettiği ve bunun da yemeklerde tüketileceğinin kastedildiği düşünüldüğünde, işte tam o kadar zamanı kavga - dövüş - aşağılanma - suçlanma ile geçirerek;

tam ayakları suya erdiğindeyse, dünyaya getirdiği 3 çocuğunu nazara alıp da terkedemediği kocasının hışmına 25 yıl boyunca uğrayarak geçirmişti "geride ne kadarı kaldığını kestiremediği ancak birzamanlar çok uzun bir yolculukmuş gibi görünen" yaşamının büyük bir bölümünü.

Şimdiyse; gezegenin bu derece daralabileceğini hiç hesaplayamamışlığıyla, artık 75 yaşında olan ve huzur evine yerleştirdiği kocasının bitmek bilmez sağlık sorunlarıyla, 3 yavrusunun hergün artan marafları varken gündemde işyerini kapatmışlığıyla, gün geçtikçe daha bir köşeye sıkışıyor;

alelacele taşındığı annesinin evinin odaları onu daha bir ürkütüyor;

o da panik içinde küçük kızının odasına sığınıyor ve laptopu açıp KS'nin "bedbahtlık" üzerine yazdığı makaleleri okuyordu facebookta.

Velhasıl günleri, iç parçalayan ve hüzün yağmurları yağdıran şarkılar söyleyerek geçiyordu…

Pişmanlık dereceleri günbegün artan evlilikler, sadece karı - koca - çocuklar için değil, önce yakın akrabalar sonra da bütün sosyal çevre için de azap verici birhal alır.

Öyle ki, bu tip evlilikler, herşeyiyle dörtdörtlük tasarlanmış ve "sabır denen büyük makamın ustalıkla kullanılmasıyla" meydana getirilmiş bir sanat eserinin üzerine kova kova su dökülmesini andırır.

Önce su azıcık bir zarar verir ve gözle tam görülmez kaybın büyüklüğü. Fakat geçen zaman muhakkak çürütür o eşsiz eseri.

Aşkın bile aldandığı bu tip izdivaçlarda da tek bir suçlu vardır : Karşı taraf(!)

Mesela Ümran'ın eşi, kendi kişisel yetersizliklerini - sonuçları ağır yanlışların sorumluluklarını - kendisine yakıştıramadığı ne varsa karısına yükleyerek, onda, süreklilik içeren bir "suçluluk duygusu" meydana getiriyor;

kendisi günde 1 tane köşe yazısı yazarak keyif çatarken, karısına bir internet kafe ya da fotoğrafçı dükkanının bütün yükünü reva görüyor, güzel paralar kazanmasına rağmen de onu aşağılayıp eziyordu.

Bunun altındaysa büyük ihtimalle Ümran'ın alımlı ve çekici bir çerkes kızı olmasının yanısıra, aralarındaki yaş farkının doğurduğu kıskançlık yatıyordu.

Yıllar yılı demir yalayıp ateş püskürten bu egoist adamın ellerindeki Ümran ise, artık kontrol edemediği stresi neredeyse bir yaşam biçimi haline ister istemez getirmiş, kişisel farkındalığını da yitirerek bu yaşam tarzının bedellerini önce kendisi ödemeye kalksa da becerememiş, ayakta duran ne varsa maddi - manevi yıkarak çevresindeki sevenlerine de pay etmişti.

Kocası olacak olan o övüngen adam en sonunda elden ayaktan düşerek önüne bakar hale gelmişse de, öfke - üzüntü - nefret - kin vb. duygulara uzun süre maruz kalan Ümran, içine düştüğü bu duyguların girdaplarından bir türlü kurtulamıyordu, ve bu durumu da KS yaptıkları her mesajlaşmada hissedebiliyordu.

Tam, "- Artık elden ayaktan düştüğünde huzurevine sürdüğün o zalim adama sırf çocuklarının babası oluşundan dolayı zarar vermek istemeyeceğinden;

ona yıkıcılığı yüksek bir pişmanlık yaşatmak, ki, sana da zaten bu kadarı yakışır;

belki kendini daha iyi hissettirecektir. Sonuçta bütün Semavi dinler bize düşmanlarımızı affetmeyi emrederken, dostlarımızı affetmek konusunda bir bağlayıcılık önermezler" diyecekken Ümran'a KS;

yüreğinin taa derinlerinden kopan ve diklik dolu sesi duyuldu DoH'un :

"- Bırak PC'den felsefe yapmayı da onu yanına çağır. Görmüyor musun kahırdan ölecek kadıncağız! Çağır ve birkaç gün tatil yapın, ama, Bekir'i de işin içine kat ve onun yazlığına giderek ne aktaracaksan birebir - yüzyüze sohbet ederken aktar.

Unutma ki, Tanrı sadaka veren kullarını sever, ve zenginlikleri de zenginleri de bu iş için yaratır zaten. Sen züğürt olduğuna göre, sadakanı ona ruhi pansuman yaparak ver.

Bunu yaptığında varlıkların tükenmez merak etme, çünki felsefe anlata anlata eksilmez!"…

Hiçbir seçimini Jakabo'ya - Sceptical'e - DevilofHacker'a ya da tek başına Kelimelerin Sihirbazı'na bırakmamıştı Hasan.

Onların öngörüleri mi eksikti - fikir denizleri mi kirliydi - zekaları mı kıttı da, herbir seçimde "Kalp" en gözde karar merciiydi ve, kendi beyanlarının ardından son sözü muhakkak ondan beklerdi?

Tabii ki hayır!

Ama hepsi birtek şeyden çok emindi :

Zekice ve salt mantıkla yapılmış seçimler her zaman "En Doğru" seçimler olmayabilirdi.

Yine öyle yaptı ve Ümran'ı davet etti.

O da dünden hazırmışcasına kabul ederek koşa koşa, şu çok beğendiği kelime sihirbazının yanına geliverdi...

Onlar rahat rahat konuşup dertleşsinler diye yolboyunca direksiyonu sahiplenen Bekir, Ayvalık'taki yazlığa ulaştıklarında, bir saki gibi her hizmeti üstlenmiş, Ümran ve KS'ye her psikolojik meseleyi masaya yatırabilecek fırsatı fazlasıyla vermişti.

Çok erken yaşlarında, daha genç kızlığında olgunlaşıverip de çok keskin bir pratik zekanın güdülediği, ancak, yaşadığı negatiflikler sonucunda yine çok erken yaşta aniden bönleşivermişcesine, veya birtakım gizli devlet meselelerine kafası takılıyormuşcasına bakışları sık sık bir noktaya dikilip kalan Ümran;

aslında içinden taşıverecek olan canlılığı "kararlı tutumlarıyla bağlayıp öldüren, ve onu derin bir bezginliğe iten depresyondan" an be an sıyrılıyor, önceleri "aklına hayaline sığdıramayacağı karmaşıklıkta bir ruh - karakter ikilisine sahip KS" ile yaptıkları "insan ve insan psikolojisi sohbetleri" boyunca saatler birer saniyeymişcesine akıp geçiyor, artık yazlığa vardıklarının ikinci gününün sabahı hızla yaklaşıyordu, ve hayatta hiçkimseyle böylesine doyulmaz sohbetlere daldığını, hiç durmadan tükettikleri biraların yoğun baskısına rağmen hiç bu kadar zevkli zamanlar yaşadığını hatırlamıyor;


bir kurbağanın kalbini durdurabilecek ya da psikosomatik birçok fiziki rahatsızlığa bile kuvvetle etki edebilecek yelpazedeki düşünce gücüne sahip KS'ye daha bir hayran oluyor, onun, yazılarındaki gibi basit ve monotondan yola çıkıp da zamanla zenginleşen biri olmadığını, aksine, her an zengin kelimeler kullanan usta bir hatip de olduğunu farkediyordu.

Bir insanı etkisi altına almakta gayet becerikli olan, bazen huyuna suyuna giderek onu evirip çeviren - bazen onun niyetlerini çözmüşlüğüyle kendi fikirlerine yürekten inandırabilen - bazen de güçsüzlüklerini sezerek veya onun dizginlerini elinde tutan kişileri beyninde sıfıra çektirerek hayatına müdahil olan KS;

iş "annelik ve yavrular" kısmına geldiğinde gerçekten çok zorlanabiliyordu.

Kocasıyla ilgili sıkıntıları, özetle, "Kusurlu olanı deneyimlediğin için artık kusursuz olana yönelmen daha kolay olacaktır, ve bu, insan hayatındaki çok önemli bir metodtur" diyerek aşmasına yardımcı olabilirken;

ismi zikredildiğinde, kaç yaşımızda olursak olalım tarifi imkansız duyguları içimizde akıştırabilen, dolu dolu bir ferahlama hissinin belirtilerini gözlerimizin parıltısıyla dışarı yansıtabilen, hayal - ümit - sıcaklık - ışık gibi nurani duyguları sevgi - şefkat - korunma ile harmanlayarak;

hayatımızdaki en savunmasız - en "rüzgar önünde savrulur" - en "kaygan zeminlerde sağa sola çarpa çarpa sürüklenir" birhalde dahi olsak, beden ve ruhlarımıza sinmiş korkuların kuşatmışlığından sıyrılarak "iç organlarımız gıdıklanıyormuşcasına" insanoğlunu mutluluğa sevkeden "Anne" lakaplı özne sözkonusu olduğunda;

KS bile cümle kurarken tedirginlikler yaşardı.

Çünki, bir anne için "Çocukları" konusu,
güneşin yer küreye her sabah yüz göstermesi derecesinde hassastı.


Konu konuyu açarak sohbetlerinin ucu;

kafkasyadan henüz gelmişcesine ışıl ışıl bir haldeki, ve büyüdükçe de güzelliğinin artacağı çok belli olan, içli, mazlum ve çilekeşliğe yatkın küçük kızına;

giyim kuşamı, tavırları ve konuşma tarzıyla tam bir züppeyi andırsa da aslında oldukça hayalperest, romantik ve iyi yürekli bir delikanlı olan oğluna;

kıskanç, asi, dedikoducu ve yalancılığı huy edinen, güzel ve kibar görünüşlü büyük kızına dayandığında;

Ümran'ın sesi bulundukları salona bir gurultu misali yayılıyor, "açlık ve soğuğa uzun süre maruz kalmış çelimsiz bir kafes kuşu" gibi titrek titrek ulaşıyordu KS ve Bekir'in kulaklarına.

"- Bu dünyada herşeylerine hazırlıklı olmalısın onların. Mesela; al anne bu senin torunun diyerek bile çalabilir kapıyı birgün büyük kızın" dediğinde KS, Ümran çok hiddetlenmiş ve bu "kabul edilemez" savından dolayı onu birhayli paylamıştı.

Öyle ya; ona göre çocukları hala çayır çimen kokuları üzerine sinmiş - saç baş biryana dağılmış - yaramazlık ve haşarılıkları bile oldukça sevimli yabanilerken;

kendisiyse "spor blüzler ve kolları sıvalı hırkalarına eşlik eden daracık kot pantolonlarıyla" çocuklarının en yakın arkadaşıydı, ve zaten hiç topuklu iskarpinler üzerine "taranarak sıkı sıkıya toplanmış saçlarla" tüneyen, ve resmiyeti hemen farkedilen siyah elbiselerle de bu ciddiyeti süslenen olgun - ağır bir kadın olamamıştı.

Hem kızı hem arkadaşı olan bekar birine de böyle absürt bir olayı dünya biryana yıkılsa yakıştıramazdı…

İkinci günün sonunda çok yoruldular üçü de. Bekir salona hazırladı yatıp dinleneceği döşeği, Ümran'la KS'ye de içinde iki ayrı yatak olan bir başka odayı verdi dubleks mekanın üst katından.

Sevgili olmadıklarından Ümran'a hiç ilişmedi KS, fakat, ateşle barut olduklarını ve "Dost dostun eğerlenmiş atıdır" söylemine binaen onunla sevişmek istediğini birkaç şekilde ima etti.

Ümran tarafından da terslenmeye varan biçimde reddedilince,
ister istemez sinirlendi, çaldığı sazı anında ters çevirdi.

"- Böyle alkol yüklü günler ve gecelerden sonra ben, gerekirse paramla satın alacağım bir fahişeyle bile yatarım. Ama bu kadın bulmakta zorluk çektiğimden değildir. O an sadece seks gereklidir. Derdim de altıma serilen kadınla değil, kendimledir.

Olaylara bakış açımı kastederek olgunluğuma defalarca hayran olan ve hayat felsefelerimde büyük teselliler bulduğunu söylerken beni gerçekten tanıdığını umduğum sen, belki de kocandan başka kimseyle seks yapmamışlığın çekingenliğiyle beni reddediyorken birşeyi atlıyor, ve bizim erkeklik organımızın hiç olmazsa ele gelebildiğini unutuyorsun.

Dilersen sırtını döner yatarsın orada rahatça, dilersen de ben kendimi tatmin ederken izleyebilirsin. Daha önce, canlı birşekilde, mastürbasyon yapan erkek görmediğinden de eminim! :D" dedikten sonra;

onun gözleri önünde sıyırıverdi şortunu, ve alabildiğine tahrik olmuş birhalde, fahişelerin bile sahip olamayacağı dokunuşlarla uyararak aletini, yaptı mastürbasyonunu.

Ümran'ı bilerek kışkırtan ve onu "keşkelerle belkiler" arasında bırakırken, biryandan da utangaç ve şaşkın hareketlerine zihninden yansıyan;

"Allah'ım! Şu adam geniş geniş 31 çekiyor gözümün önünde ve odaya yayılan erkek çamaşırı kokusu aklımı başımdan alırken, kafa derimden ta uçlarına kadar terleyen saçlarım bile "bizi şu cinsel organın sahibinden mahrum bıraktın ya, yuh sana!" diye söylenirken, ense köküme de zonklama şeklinde ağrılar saplanıyor. Of yaa, off :((";

şeklindeki hayıflanmaları okuyabiliyor, bu yüzden de hemen boşalmıyor, ağırdan alıyordu.

İşi bitince de, yan yataktan kafası alt üst olmuş halde onu izleyen Ümran ile hiç gözgöze gelmeden yattı uyudu…

Üçüncü günün ortalarında gelen telefonla Bekir Balıkesir'e dönmek, Ümran ve KS de Altınoluk'a geçmek zorunda kaldı. Evi havalandırıp birer bira açtılar ve karşılıklı duran çekyatlara yayıldılar.

KS zaten farkındaydı Ümran'ın dün gece izlediği mastürbasyon showdan sonra "Çağırsalar da gitmesem, çağrımasalar da küssem" ruh halinden çoktan çıktığını, ama ne zaman patlayacağını kestiremiyordu, ki, henüz ikinci biralarını yeni açtıklarında, ansızın, "Sev beni" deyiverdi :D

Yaşamı boyunca "farkındalık yüklü bir aptallık her savaşı kazanır" mantığıyla hareket eden DoH'un;

gülümsemesini tutmaya çalışırken billur berraklığını andıran kahkahalarının arasından süzülen "- Yalvart onu! Dilesin senden becerilmeyi!" şeklindeki söylemi kulaklarında çınlarken KS'nin, ona çenesini kapatmasını çok kesin bir ruh hareketiyle belli ederek Ümran'ın yanına geçti, ve bir yalvarış ifadesini çoktan takınmış haldeki dudaklarını ıslakça öperken, biryandan da sarılarak kendine doğru çekti.

Çırılçıplak hale getirdikten sonra da;

yıllar boyu yeterince doyurulmadığından dolayı fazlaca eskimemiş olan nefis sarışın teninde aşk ve ihtiras yüklü dudaklarıyla her öpüşte Ümran'ı tarifsiz hazlarla eritiverecek şekilde, en kuytu yerlerine varana dek dolaştı, dolaştı.

Yıllarca anlayışsız bir koca elinde cinsel çekiciliği zedelenen, ve hissetme yeteneğini bile kaybetmek üzere olan;

en çok da bacakaraları gergin haldeki etleri KS sayesinde dirilmiş, can suyu almış, içinde patlayan flaş ışıkları eşliğinde defalarca boşalmıştı.

KS'nin, cinsel organının içinde tekrar tekrar dolaşmaya başladığını her hissedişinde yarı baygın bir vaziyetteyken samimi bir şekilde gülümseyip;

"- Ah, ben dün akşam seni sadece izleyerek ne büyük ahmaklık etmişim. Al beni. Nasıl istiyorsan öyle becer beni!" diye mırıldanıyordu…

Sayısını bile hatırlamadıkları birleşmelerin kritiğini onlarca bira eşliğinde Altınoluk Deniz Feneri'nin hemen dibine sere serpe yayılmış halde yapıp gülüşürlerken, "Ara beni" şeklinde bir SMS düştü Ümran'ın telefonuna.

Büyük kızındandı ve hiç vakit kaybetmeden aradı.

Konuşma uzadıkça ve Ümran'ın kullandığı "ama, ama nasıl olur yaa?'ların" sayısı arttıkça, hava birkaç kat daha elektrikleniyor, Ümran'sa kendisini kaçamak da olsa göz hapsinde tutarak tek yanlı duyabildiği şeylerden anlam çıkarmaya çalışan KS'den gözlerini kaçırıyor, sanki canını oracıkta teslim ediverecekmişcesine güçlü bir iç çelişkisi yaşadığı da her edasından her halinden belli oluyordu.

Telefonu kapattığında sustu.
Gözlerini denizdeki bir noktaya dikti ve uzun uzun sustu.

Sonra da, "- Tanrı olmadığın kesin, ama lütfen söyle bana Hasan sen nesin? Yoksa herşeyi bilebilen bir müneccim misin? Hamileymiş kızım ve kürtaj için de son safhadaymış. Tanıdığım ve döndüğümde öldürecek olduğum bir çocuktan hamile kalmış!" diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Yıkılmıştı.

Ümran'ın kalbindeki acıları birkaç gün içinde "reddedemeyeceği yüzlerce öğüt ve ahkamlarla" sanki bir nurla arınmışcasına dindiren KS;

tek bu karmaşık döneminde bir aptallık yapmasın diye;

kızını ölmüş farzetmesini istedi ondan ve, ölen bir insanın gömülüp de cemaatin geriye döndüğü anlara kadar olan seramoniyi beyninde detaylı birşekilde yaşayarak idrak ettiğinde;

şu hamilelik olayının önemini nasıl da yitirivereceğini, ve, bu dünyada asıl neyin önemli olduğunu layıkıyle kavrayabileceğini tam manasıyla telkin ederek sarstı, kendine getirdi.

Yetmedi, "Ana üvey olunca baba gavur olurmuş" diyerek, kalktı, onların yaşadığı kente taşındı. Ümran hayatını tamamen toparlayıp işlerini halledene, ve birgün gelip KS'ye;

"- Ama sen beni hiç pikniğe - lunaparka götürmüyorsun!" dediği an'a kadar, yani kendi yokluğunda bir boşluğa düşüp de ne kendine ne ailesine zarar vermesin diyerek kolaçan ettiği kadının, artık hayat enerjisiyle dolduğuna kanaat getirene kadar, ki bu 3-5 ay sürdü, onların şehrinde yaşadı…

Yola kendi kendine devam edebileceğini anladığı zaman da kıytırıktan bir bahane uydurup, hayatları sahiplerine emanet ederek o kentten ayrıldı;

kendi memleketine, kendine kaçtı...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{49}

**********





KIRMIZI TURPTAN DÜĞME

********************************







SAMİMİYETSİZLİK, SAHTE HAYAT, REZALETLERE GEBE OLAN

VE AHLAK DÜŞKÜNLÜKLERİNİN PİRİ SAYILAN "YALAN";



YAKIŞIKLI ERKEK YA DA ZARİF KADIN ELDE ETTİRECEĞİ UMUDUYLA,

KAİNATIN EN DOĞAL ŞEYİYMİŞ GİBİ ATTIRDIĞINDA KENDİNİ ORTAYA,

VE ASLINDA ACİZ'İN BİLİNÇALTINDA YERLEŞİK,

VE TABİATIN KENDİSİNDEN ESİRGEDİĞİ

NOKSANLIK DENEN NEYİ VARSA

HEPSİNİN İNTİKAMINI ALMAYA YÖNLENDİRDİĞİ AN;



YALANA MARUZ KALAN TARAF

ARTIK KENDİNİ SULARA KAPTIRIP GİDEN

GICIRTILI VE KÖHNE BİR GEMİ GİBİ HİSSEDER DÜNYA ÜZERİNDE.



GÖZLERİNDEN YAŞ BİLE AKMAZ,

LAKİN,

KALBİNİN BİR YAŞAM BOYU AĞLADIĞINI

ÇOK NET DUYABİLİRSİN...



***



Takvimler 2009'u gösterdiğinde,

sayfasındaki hayran, yani okuyucu sayısı milyonu aşmıştı.

Erkek okurların sayısı da, genelde "kadın - kız tavlama amaçlı" kullanılmasına rağmen facebook'un, hiç de azımsanamazdı.

Kelimelerin Sihirbazı'nın yazılarını büyük iştahlarla bekliyorlar, okuyorlardı.

Okudukları meydandaydı çünki eleştiri - yorum yapıyorlardı.

O, binlerce - onbinlerce - yüzbinlerce erkeğin gayesi de yaşanan bir olayla KS tarafından anlaşıldı ama, daha başkalarına da zaman içinde rastgelmişse de, haberi olmadan cereyan eden benzeri durumlar kimbilir kaç kez tekrarlanmıştı…

"- Cemmmm!" diyordu, MSN'in öbür ucundaki ay parçası görünümlü kadın.

"- Şşşttt, CEMMM! seni yakaladım!".

Kelimelerin Sihirbazı ise anlam veremediği bu hitap şekline, sadece "?" yazarak cevap verdi.

"- Üff aşkım yaa, uzatma işte yaa.
Sen söylemesen de sayfanı buldum işte yaaa.
Ayrıca harikasın biliyo musun?
Diğer yazılarını da okudukça sana birkez daha aşık oldum.
Mucckkk".

"- ???".

"- Aşkım kızıyorum ama.
Ne bu böyle soru işareti soru işareti yaaa!".

"- İsmim Cem değil bu bir. MSN'deki ve facebooktaki resimlerine bakıyorum da;
seni hayatım boyunca hiç görmedim, bu da iki.!".


Israrındaki direnci biraz olsun kırılan kadın sordu : "- Peki siz kimsiniz???"

"- Hayran sayfamın başlığında yazıldığı gibi, Kelimelerin Sihirbazı benim adım!"…

Bir müddet sessizlik olduktan sonra,
herbir harfinden gözyaşları döküldüğü hemen anlaşılan,
şu cümle düştü MSN'in konuşma balonuna :

"- Sihirbaz! Allah Seni Kahretsin!
Aptallığım için beni de!
Üstüne üstlük canımı da alsınnn :(((".

"- Gerçekten sen şu Cem denen orospu çocuğu değilmişsin!
Telefon ettim ve acı gerçeği az önce öğrendim :((("…

Annesini ve babasını küçük yaşta kaybedince, amcası ve yengesince üstüne titreyerek büyütülmüş, doktora seviyesine dek okumuş, iradeli ve istediklerinden emin, çokça kültürlü, genç ve güzel bir kızdı İrem.

Modern çağın gerektirdiği şekilde büyümüşse de, inançları konusunda da yeterince eğitilmiş ve dininin emirlerini de hiç yabana atmayan bir yapıdaydı.

Fakat hem karakter hem de öğreti bazında ne kadar güçlü olursa olsun, öğrendiği gerçeğin yıkıcılığından ve içinde kaynaşarak çıldırtıcı boyutlara ulaşan duygular yüzünden kafasındaki her dengeyi kaybetmekten çok korkuyor, kuş gibi çırpınıyordu. Bu çırpınışları da Cem isimli adama bedduaları eşliğinde bir durulup bir hareketleniyordu.

Facebook'ta bulmuştu onu Cem, ve ilkbaşlarda peşinden koşturup da sıradan "İlan-ı Aşk" kelamları ile gönlünü çalmaya giriştiğini düşünse de İrem;

hiç ummadığı derecede özgün şiir - nesir karışımı yazılarla birlikte harmanlanmış "klasik müziğin en çarpıcı örneklerinden seçilerek hazırlanmış" videoları gördükçe, daha doğrusu, "o yazıların içerisinden fırlayan ve karşı konulmaz tatlılıktaki bir çift kadife gözü" satır aralarında farkettikçe;

yazıların sahibi sandığı o "güneş kadar aydınlık bir manevi güzellik taşıyan, ve candanlığı sonsuzluğa uzanan muhabbetlere gebeymiş gibi görünen" çocuğa kayıtsız kalamamış, onu mahzun etmeyi her ne şartta olursa olsun kendine yakıştıramamış, kalan hayatının sonuna kadar "maddi ve manevi olarak fedakarlık - taviz - hoşgörü küpü haline dönüşerek" evlenmeyi bile kabul etmişti onunla.

Nasıl evlenilmezdi ki onca güzelliği kaleminin ucunda taşıyabilen bir adamla?


Hatta, ısrarlarına dayanamayıp, evlilik adına fol yok yumurta yok iken yatağa dahi girebilir, en önemli varlığı saydığı bekaretini bile ona feda edebilirdi rahatlıkla...

"- İyi de, bütün bu yaşananlarda benim payım ne ki, Tanrı'nın lanetini üzerime okuyorsun İrem?" deyince Kelimelerin Sihirbazı;

sözümona o "Heybetli" beynine aşık olduğu için verdiği kızlığını geri alamayacağını bilinciyle, ve o beynin ürettiklerinin asıl sahibinin Cem değil de KS'nin çıkmış olmasıyla hüngür hüngür ağlarken, biryandan da yaşlı gözlerinin içinden "kendini bekleyen karanlık geleceğin senaryosunun kızlık zarı kanıyla yazılmış sayfalarını" okuyabiliyordu.

"- İnan bana Sihirbaz" dedi, içini derince bir çekerek;

"- Kendimi, bayram hediyesi erkenden eline verilmiş koyun gibi hissediyorum. Hediye, "gerçeği öğrenmiş oluşum", ama, bayram sabahı da kurban edileceğim. İşte bu haldeyim. Çok ama çok dertliyim. Bir kurbanlık bayramın gelişine sevinir mi sence :( ?"...

İnsanoğlu, tam olarak ne yapacağını ve nerde kullanacağını bilmese bile, sahip olma - birikim ve donanımı olmasa bile, başarılı ve güçlü olma - yapabildiği şeyleri sergileyerek de pohpohlanma güdüleri kalplerine enjekte edilmiş halde şutlanırlar Tanrı tarafından dünyaya.

Erkekler de; bu üç güdülenimin tamamını "kadınlar" üzerinde kullanır.

İş hayatındaki başarılar - lüks ve konforlu yaşam - yakışıklılık ya da benzeri her ne varsa peşine düştüğü bir erkeğin, git bak, ta ucunda "güzel kadına ulaşabilmenin ezikçe içgüdüsü" vardır.

Tıpkı KS'den aşırdığı yazılarla da olsa bunu yapan Cem gibi.

Biran için kadınları kaldıralım bakalım yeryüzünden, hangi erkek para - güç - kariyer - okul vs. için kılını kıpırdatacak?

Sakal traşı bile olmazlar, yeyip içip geniş geniş uyurlar…


"- Dinle İrem'cik. Boş çuvalın ayakta duramayacağını bilmeyen bu tip erkekler, kapalı ve kendi kabuğuna çekilmiş bir vaziyette ömür tüketirken;

aslında "libido'nun" dürtmesiyle harekete geçip yakasına da aşk sandıkları takıştırmayı yaparken, beğendiği kadına musallat olup, mektupla - kıskançlıklarla - hayali rakiplerle - silahla - tehditle - intihara meyille - cinnet seviyesinde sırnaşmayla elde edemediği an O'nu;

karganın bülbülü taklit etmeye çalışırken kendi ötüşünü unuttuğu misal, tutup başkalarındaki güzellikleri çalıp da "sözde sevdiğine" sunduğunda emeline ulaşacağını sanarak, temelsiz bir birlikteliğe kanat çırparlar.

Malum, rağbet her devirde güzel ile zenginedir.

Cem de benim zengin yazılarımı copy+paste yapıp (çalıp), sen "güzeline" sundu, ve sanırım facebookta yapan çok bunu.

İnan yaşadıklarını duyunca, keşke şu yazıları yazmasaydım bile dedim, ve böyle olmasını hiç istemezdim, fakat emin ol ki gücüm bu tip şerefsizleri engellemeye yetmez, ve ben de şu dangalaklıklar furyasının büsbütün dışında kalamam çünki yazmayı seviyorum ve bırakamam.

Hikayelerimde sürekli olarak "davranış bilimlerinin sıradışı olanlarına" değinip, tenkit veya takdir edip hükümler verirken oldukça keskin biçimde, senin şu yaşadıkların gibisini dimağıma yeni depoluyor, şaşırıyorum. "Senin için ne yapabilirim irem?" diye de sana sormak istiyorum :("...



"- Ben onu beyni, beyninin güzelliği, güzel fikirleri için sevmiştim, ama şu an "o sevda" gözyaşı olarak akıp gidiyor gözlerimden. Çünki aslında "senin yazılarını çalan ve bana yollayan" o kalleş hırsızı değil, seni sevmişim. Fakat bizim adetlerimizde kadın ömrünce tek bir erkeğe sunar kendini, ve bu yüzden de sana ellerimi uzatıp da "Tut n'olur" diyemem. İçim kan revan halde tükenip gitsem de bunu diyemem, ikinci bir erkeğe kendimi veremem. Adını koyamayacağım birsürü karmaşa beni beklese de bundan sonraki hayatımda, yaşama karşı duyacağım isteksizlik içimin heryerine yayılsa ve damarlarımın her zerresine işlese de, şu yaşadığım "kandırılma ve aşağılanmayı" gururuma hiçbir zaman yediremesem de, ki, eminim bir kadının daha aşağılanmış bir durumu olamaz;

sokak köpeği gibi yalnız birşekilde ordan oraya savrulsam ve hiçbiyere sığınamasam da, kendimden her saniye utanç duysam ve hatta iğrensem de;

mecburum geri kalan ömrümü bir rahibe gibi yaşamaya.

Tek bildiğim, hiçbir zaman elle tutulur eylemlere dönüşemese de hiç eksilmeyecek senin "beynine ve yazılarına" olan bu bendeki sevda.

Yarından tezi yok Kanada'ya, ablamın yanına gidecek, büyük ihtimalle de inzivaya çekileceğim.

Fakat senin "başkalığını" ve beyninin göklerden inmişliğini asla unutmayacağım.

Ne tuhaf.

O yazdıklarınla hiçbirşey istemedin benden ama, herşeyini bana, sen farkında olmasan da, veriverdin.

Keşke gerçek yaşamda da sen doldursaydın içimi ve hiç görmeseydim o Allah'ın belası Cem'i :(("...

Sonra offline oldu İrem.

KS bir seslense DoH anında gelir ve İrem'in yerini sanki orada yaşıyormuşcasına tespit edebilir, onun peşinden gidebilirdi.

Ama yapmadı.

Çünki, İrem'in bu tercihinin "en doğru tercih" oldup olmadığını yeryüzündeki hiçkimse bilemezdi.

İlişmedi, müdahale etmedi...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{50}

**********



KOŞULSUZ TESLİMİYET

******************************







BİR BUYURAN VARSA BAŞINDA,

GERÇEK ÖZGÜRLÜKTEN BAHSETMEK ZORDUR.



BU BAĞLAMDA,
KAFALARIN KASVETLİ VE SOĞUK EVLİLİKLERİ YANINDA,

KALPLERİN SICAK - ÖZVERİLİ - DURU BAKIŞLI - İÇTENLİKLİ

EVLİLİKLERİ YEĞDİR.



KALPTEN VE SINIRSIZCA SEVEN

KENDİNİ ALABİLDİĞİNE ÖZGÜR HİSSEDER,

RUHU DA BEDENİ DE TAŞAR ve

ORTAYA "DOSTLUK" ÇIKAR.



DOSTLUKLAR BAĞIŞLANAN DEĞİL

KAZANILAN ŞEYLERDİR,

VE DOSTUN KAPISINDAN

KORKAKLAR - BİRŞEYLER UMANLAR - ÖVÜNMEYİ SEVEN

YA DA ÖVÜLME BEKLENTİSİ OLANLAR GİREMEZLER.



ÇÜNKİ DOSTLUKLAR

SADECE AYNI RUH - KALP

MERTEBESİNDE OLANLARI BİRLEŞTİRİR,

VE KARŞISINDAKİNE

"AŞK OLSAYDI ARAMIZDAKİ,

AŞKLA SEVSEYDİN BENİ,

ZAMANLA BİTERDİ VE

NE YAZIK OLURDU BE DOSTUM"

DEDİRTİR...



***



"Tutku" denilen şeyin, insanın yüreğindeki en derin - en korunaklı - en gizli yerden açığa çıkan, ve sınırı - limiti - hacmi olmayan bir cömertlik - vericilik duygusunun kontrolünde olduğunu düşünmeye başladı Kelimelerin Sihirbazı (KS) ekrandaki iletiyi tekrar tekrar okurken…

Diyordu ki MSN'de ansızın beliren mesajda;

"- Selam Sihirbaz. Hani birgün gelse ve ölesiye aşık olduğum adamla evlensem - çoluk çocuğa karışsam - üstüne üstlük onları büyütüp de torun torba sahibi olsam, ve evliliğim boyunca zerre kadar mutsuzluk da yaşamasam kocamla; geriye dönüp baktığımda, o mutlu yıllar boyunca; sen beni her çağırdığında koşa koşa sana, ama sadece sana gelişimden, senin beni bir et parçası olarak görüp becerdikten sonra gönderişinden hiç pişman olmayacağım gibi; sevgili ve çok değerli kocamı da aldatmışım gibi hissetmem hiç.

Vallahi de hissetmem, billahi de hissetmem.

Çünki, hiç görmemiş olsam da yüzünü - fotoğrafını, yazılarının her satırıyla "kendimi kaybediyormuşcasına başkalaşan ben", seni, dünya üzerindeki hiçbir varlıkla aynı teraziye koyarak boy ölçüştüremem.

O "mana boyutunda", seni tartabilecek yapıda bir terazi var mıdır zaten onu da bilemem."...

Kendini bir an 1725 yılında Venedik'te doğup da yüzlerce kadını tesirinde bıraka bıraka ünlenen Giovanni Giacomo Casanova gibi hissetse de;

"Güldürme lan, bu suratla sen ve Kazanova olmak, ne alaka? :D" şeklinde söylenerek;

"acaba oldukça basit - saf - cahil bir kadınla mı karşı karşıyayım, yoksa "Delilik" denilen ruhi ve güçlü yeteneğin bilgelikten daha ağır basabileceğinin farkındalığındaki bir dişiyle mi başbaşayım?" biçimindeki fikir sorgulamalarını bırakıp, detayları kendisinden öğrenmek üzere, 18'ine henüz yeni girmiş olan "genç kız Emine" ile sohbete girişti...

Birine methiyeler düzmek ve ona yaranmak çabasıyla hareket eden kişinin asıl amacının, o kişiden bir beklentisi olması ya da ondan kazanç sağlaması insanların doğasında varken;

KS'nin yazılarını okumaya başlamadan önce "beyninin havasının tamamen puslu ve anlam veremediği sıkıntılar içinde" olduğunu söyleyen Emine, kendini çok zorlasa da içinden çıkamadığı - karabasanlarla dolu - sabahın ayazlarında bile terlemesine yol açan - ve sanki bileğine bağlanmış da günyüzüne çıkmasını engelliyormuşcasına karanlık yalnızlıklarda onu boğup duran kurşunvari ağırlıklardan kurtulmasına vesile olan bu yazıların;


onu o kötü düşten uyandırdığını - hayata karşı olan bütün tedirginlik ve ürkekliğini çekip aldığını - güveni sıfıra inmiş halde, hızla, bilinmeyen çıkmazlara sürüklenirken, altında kıvranıp durduğu yorganı üzerinden çekiverdiğini, ve mavi bir gökyüzüyle yeniden göz göze getirdiğini "hiçbir çıkar ummadan" anlatabiliyordu KS'ye.

Samimiydi, çünki, 16'sı ile 18'i arasını "aşk sandığı" birliktelikler yüzünden akıl hastanelerine gide gele geçirmiş, yaşadığı buhranlar kalıcı hale dönüşürken sevdiği adamın da çekip gidişiyle birlikte, Bakırköy'deki hastane tarafından isminin önüne "Deli" lakabı takılarak mimlenmişti.

O mimi resmi kayıtlardan kaldıramayacak olsa da, yaşadıklarının "her an bir diş daha kopararak canını yakan kelepçelere dönüşmesinden" kurtulmasının, ve "azap vericiliği çok yüksek olan karışık duygularından kolayca sıyrılmasının" tek sebebi KS'nin sihirli kelimeleriydi…

"- Herşeyi anlarım da, daha konuşmamızın girizgahında ortaya attığın bu aptalca fedakarlığa inan benim bile aklım ermiyor, ve, ben tarafından soluk aldırmaz birşekilde büyülenmişsin de, yine benim uğruma "en kötü akibetlere dahi koşa koşa gidebilecekmişsin" gibisindeki bu davranışın dehşete düşürüyor, ne diyeceğimi şaşırıyorum.

Kaldı ki sana, sen yaştaki gencecik bir kıza, çok güzel de olsa, hiçbir söz vermedim, vermem.

Zaten sözlerin de ne fiziki ağırlığı - ne şekli - ne de bağlayıcılığı vardır, ve, bir zaman sonra hem "söz veren" hem de "verilen sözlere güvenen" muhakkak aldanır." yazdı KS Emine'ye ve sohbet koyulaştı.

"- Al işte! Ailem beni deli sanıyor, sen ise sümüklü bir kız çocuğu!

Oysa ikisi de değilim, ve hem fiziki anlamda hem de beyin düşünüldüğünde tam manasıyla bir yetişkinim ben!" diyerek KS'yi iyice bunaltıp da peşini asla bırakmayacağının sinyallerini verirken Emine;

kısıklığına rağmen içindeki şimşeklerin besbelli olduğu gözleriyle DevilofHacker giriverdi sahneye ve;

"- Yaz telefon numaranı ve o övündüğü fiziğindeki her uzvun santim santim fotoğrafını çekip göndermesini iste. Beyninin fotoğraflarını sen zaten çekersin milim milim :)

Kadınları kaçıran bu taktik daha önce de hep tuttu biliyorsun :D" diyerek şeytani bir kahkaha attı...

Babası eski bir sabıkalı ve öfkeli bir adam olduğundan;

kızkardeşi - annesi - kendisi heran baskı altında yaşayıp giderken tanıştığı bir oğlanı çok sevip de onunla evlenmek istemesi karşısında "ev hapsi" uygulamak gibi bir yönteme başvurunca;

Emine de o delikanlıyla kaçmış, kısa süre de Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki bir otelde "aşk'ı olan gencin" onlara "yeni hayat" kurabileceği umuduyla yaşamış, korkup vazgeçen ve onu yalnız bırakan delikanlıdan sonra ağına düştüğü depresyonun etkisi biryandan örselerken "çocuk kalpliliğini", öbür yandan yıldırıcı baba - doktor ikilisinin dayatmalarıyla "bu dünyada 50'li yaşlarına dek ne hali varsa görmüş kadar" olgunlaşan birisine dönüştüğünü;

topuklarının pembeliğinden saç uçlarının kırıklığına varıncaya kadar çok net biçimde çekilmiş fotoğraflarını MMS olarak gönderince yüzlerce kare olarak;

birbirlerine şaşkın şaşkın bakan DoH ve KS, Emine'nin hiç de şakası olmadığı kadar aynı derecede "Olgun ve Ağır" bir beyin taşıdığını farketmiş;

yıllardır bir amatör fotoğrafçılık kulübüne de üye olduğunu ise, yirmisine varmamış dinçliğinin - tenindeki ışıl ışıl zerafetin - gürbüzlüğü ve sapasağlamlığının damarlarında taşıdığı tertemiz kandan kaynaklandığını ve bütün organlarının yepyeniliğinin de "profesyonelce fotoğraflanabilmesinin nedenini" sorduğunda öğrendi KS.

Öyle ki;

yaşının 18 oluşuna rağmen "çok iyi gelişmiş bir kumral güzeli" olduğu o fotoğraflardan "sanki karşısındaymışcasına" anlaşılabiliyordu.

Gerçekten de fotoğraf çekme işinden iyi anlıyordu.

Üstelik o resimleri göndererek anında; KS'ye bahsettiği sevgi - dostluk - muhabbet besleme olayında hiç de maske kullanmadığını;

KS'yi bir ömür "seçme" ve bunda da gerçekten "sadakatle hareket etme" bağlamında hem samimi hem de kararlı olduğunu gayet net biçimde ispat ediveriyordu.

"Dost yoluna post olmalı" sözünü de "hakkını tastamamına vererek" doğruluyordu...

FGCM'nin Dragos'taki evinde geçirilen 3 günün sonrasında şiddetli bir kavga çıktı küçük bir meseleden dolayı, ve KS;

"- Bu kadın birgün beni çıldırtacak!

Zaten bunca yılı birlikte geçirişimizin yegane sebebi 2-3 ayda bir görüşüyor oluşumuz, ve affetmiş olsam da;

Halis denen gençle "birşeyler yapıp yapmadığı" konusundaki takıntımın öfkesini benliğimden birtürlü atamazken, neden benim üstüme üstüme geliyor yahu aptal saptal konularla, of ulan off!" diye söylene söylene içinden, kapıyı çarparak kendini sokaklara attı.

Küçük bir ilanda gördüğü "Güvenlik görevlisi ev arkadaşı arıyor" yazısı ise onu Beşiktaş'a, Ihlamur parkı civarına sürükledi.

Sakin mizaçlı bir günündeyse, telefonuyla oynaşırken, gözüne Emine'nin numarası çarptı.

"Acaba?" diye düşünüp, "İstanbul'da ve Beşiktaş'tayım. Eğer yanıma gelecek olursan, seni Karakartal heykelinin oradan alırım" şeklinde bir SMS attı.

"Sanırım bütün o mangalda kül bırakmaz sohbetler fos çıktı. Neredeyse 1 saat oldu ki, SMS'imi bile yanıtlamadı" diye içinden geçirirken;

gür - inatçı - yanlardan kırmızı kordelalar ile sıkıca boğulmuş saçları ve topacık kumral yüzündeki çocuksu gülümseyişiyle Emine'nin olduğu MMS ile acele toparlandı, BKM'ye doğru hızlı adımlarla yol aldı.

Çünki o MMS'in not kısmında "Kartal'ın yanındayım :)" yazıyordu, ve bu sıcak mesaj, o çocuk irisi samimi kız tarafından yollanmıştı...

Bu sahneyi ve detaylarını MSN'de laflarken çok hayallemişler çok konuşmuşlardı, ancak şu an, yürekleri "bir koşu atının kalbi kadar hızlı çarparken", soluk bile almadan, ve, gerçekten yaşıyorlardı.


MSN'de birçok kez "sen tam kucaklıksın" dediği Emine'yi dizlerine çırılçıkplak şekilde oturtan KS, önlerindeki masada duran ve loş odaya ateş kızılı ışıklar saçan laptop ile facebookta gezinen Emine'nin "artık omuzlarına dek inen ve bir ipek örtüyü andıran siyah saçlarındaki ve gülen gözbebeklerinin ekranda farkedilen yansıması eşliğinde";

onun diri memeleri başta olmak üzere tüm vücudunu yoğururcasına okşuyor, kulağına da, "- Seni kucağımda bütün gece sevebilirim. Bacaklarının arasından süzülen ıslaklığa ve çıldıracak gibi oluşuma rağmen, içine girip de hiç becermeden, şu büyük zevkin tadını sabahlara kadar yaşayabilirim.

Çünki, şu minicik karnında - şu sıcacık baldırlarında - şu cezbeden ayaklarında ve kıkırdak diriliğindeki memelerinde dolaşan parmaklarım seni bana akıtmaya yetip artıyor, müthiş keyif veriyor, ve ben senin içine akmasam da olur aletimden." diye fısıldıyordu.

KS'nin kucağındayken ayakları yere değmemesine rağmen, çok ani bir refleksle zıplayarak onun aletini tek hamlede içine alıveren Emine, KS'nin sözleriyle kızarıp "daha bir narinleşen daha bir güzelleşen" yüzündeki küçücük ağzından inlemeyi andıran derin bir "ohhh" sesi çıkardı ve bu ses;

kadın parfümeri endüstrisinden hiç yardım almadan "gül ve menekşe" karışımını andıran doğal kokusunu odanın her yanına bulaştıran şu 18'lik tazenin "teslim olduğu KS'ce becerilmekten aldığı enerji ve canlılığı" ispatlar cinstendi.

Kucağındaki eşsiz güzelliğe hayatında ilk kez seks yaparmışcasına sıkı sıkı sarılan KS, ensesinden kavradığı Emine'nin başını kendine çevirdi, ve ilk karşılaşmalarında "hayatça alaya alınmış - tuhaf ve derin birsürü acı aktarılmış" o maviş gözlere yeniden baktı.

Orgazmın arefesindeki o gözlerde şimdi, Stawn Fanning isimli yaşıtının da henüz 18 yaşındaki bir üniversite öğrencisiyken geliştirdiği ve dünya çapında ünlendirerek "övünç denizi" haline getirdiği Napster'den elde edilen onur - gurur - memnuniyet - başarının yaşattığı kıvancın taşıdığı "yorgunluk ve doygunluğun" tamamına yakını vardı sanki.

Kıvrana kıvrana, inleye inleye, çok derin ve sevecen temaslar eşliğinde boşaldılar.

Sonra birdaha, birdaha, birdaha ve birdaha.

Taa ki cinsel organları keyiften eriyene kadar, bıkmadan usanmadan, sarılarak boşaldılar…

Henüz "çok kullanılmış ve eskimiş olgun kadın" edasına varmamış teninde meltem rüzgarlarının kokusunu taşıyan Emine;

sanki sözler çıkarken dudaklarını yakarmış korkusuyla;

hiç ama hiç konuşmadan KS ile;

elbise denilen ve masum güzelliğini örtüveren şeyleri giyindi, gitti.

Nasılsa "kocasından bile öte gördüğü erkeğine" yalnızca bir çağırma mesafesindeydi ve kelimelere ne hacetti.

Onu arzuladığını birşekilde belli etmesi, seslere ve sözlere hiç ihtiyaç duymadan koşup gelmesine, kendini ona tüm benliğiyle sunuvermesine yeterdi...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{51}
**********

O KADINLARI, KADINLAR NEYİ İSTER?
***********************************************



BUGÜN ÖVENE YARIN SÖVDÜRTMEDEN,
ELDEKİ ÖLÇEĞİ
MUTLULUK - İÇTENLİK - İNSANA DÖNÜKLÜK VE
DENGE'DEN HİÇ AYIRMADAN,
SAYGININ KAYNAĞININ
BİRBİRİNİ KABUL ETMEKTEN GEÇTİĞİNİ
HİÇ UNUTMADAN,
TAPILANA DEĞER KAZANDIRANIN
TAPAN KİMSE OLDUĞUNU,
VE SIĞ MANTIKLA İNANCIN BİRARADA OLAMAYACAĞINI
YABANA HİÇ ATMADAN;

KİŞİLERİN, KAYIP HALKASI BOL OLAN
NEFRET – ÖLDÜRME - ZULÜM İSTEKLERİNE DOKUNUP DOKUNUP
HABİRE TÖRPÜLEYEREK
HAYAL KURMA GÜÇLERİNİ UYANDIRIP,
YARATMA YETENEKSİZLİKLERİNİ DE YÜZLERİNE VURUP,
BİR "HEYECAN DAĞITICISI" OLDUĞUNA İNANDIRARAK,
HERBİRİNİ MÜPTELAN DA EDEBİLİRSİN,
KADİM DOSTUN DA...

***

"Bilgi fakirlerini ikiye ayırmak gerekir" derdi Kelimelerin Sihirbazı (KS).

İlk grupta; "Kendimi arıyorum - Hayatın anlamını çözmeye çalışıyorum" konuşmalarını sıkça yapan, ve bütün sermayesi de 3-5 kişisel gelişim kitabı okumuşluk olan "farklılığını ispat budalası" insanlar vardır.

Bu halleriyle de "kuyruğunu yakalamaya çalışan itlere" benzetip, kendilerini bilmese de onlara "Neysen osun; yapma!" diyerek seslenmek isterdi de, sonra vazgeçerdi.

Çünki bu seslenişinin boşa çaba olacağını bilir, boşverirdi…

İkinci grup ise daha gerçekçi ve sıradan insanlardan oluşurdu ki, bunlar;

3-5 kişisel gelişim kitabına dahi el sürmemişlikleriyle, fakat daha "samimi ve dürüst" bir kişilik örneği sergileyerek yaşayıp giderlerdi.

Okumuş ve bilge olana özenmek - kıskanmak - imrenmek - istifade etmek de bu gruptakilerin eksisiydi ve Kadir de bunlardan biriydi.

İnsanın doğuşundan itibaren hızla gelişen, ve ergenlik ile 25'i arasında zirveyi gören, 30'lardan sonra ise azalmaya başladığı bilinen "Zeka" isimli uzvunu, sanırsın ki "Yenice elek duvarda gerek" atasözünü hiç anlamamışçasına, bellek de dahil hiç kullanmamış, hafızasına da "okuma, yazma ve okuduğunu zar zor da olsa algılama - anlama" dışında birşeylere bulaştırmamıştı ilkokuldan sonra.

Fakat beraber takılıp da günlerce ettikleri seyahatler boyunca, hem anlattıkları hem de canlı olarak cep telefonuyla yaptığı yazışma - konuşmaları gözlemleyen Kadir'in içlerine biryerine iğne ucu gibi batıp duran kıskançlığın da farkındaydı KS, ve ona "Kitap okuma alışkanlığı" aşısını gecikmiş de olsa yapmaya çalışırdı.

Çünki, bu "bedeni zayıf ama hareketleri kalın - kaba" tır şoförünü severdi.
27 yaşına kadar da, tabiri caizse "sürünen ama tır sahibi olabilecek kadar sebat ve hırsa da sahip" bu delikanlıya çevresindeki birçoklarından fazla güvenirdi.

7 gün ve 24 saat başından ayrılmadığı PC'nden çok bunaldığı zaman dilimlerinde kaçan, ve mahallesindeki kıraathanede pişti - tavla keyifleri yapan KS, yine çok iddialı ve hararetli geçen bir pişti turnuvasında tanışmıştı Kadir'le.

Kendi halinde - sessiz sakin - kaliteli giyime ve paraya düşkün bu gencin başta facebook ve diğer sohbet programlarına olan ilgisi, ve ortak bir arkadaşlarının da "Hasan bilgisayar olayında 1 numaradır, onun peşine takıl, sana çok şey öğretir" şeklindeki yönlendirmesiyle muhabbetleri artmış, frekansların tutmasıyla da iş, "Son model tırda, birlikte, Türkiye'yi turlamaya" kadar varmıştı.

Hatta, topalla gezenin aksama öğreneceği gibi, tır şoförüyle gezenin de "daha bir otomobili iki araç arasına sağ salim park edebilmişliği bile yokken" bu işe merak saracağı belli olduğundan :D, bir sürücü kursuna kayıt yaptıran KS, Kadir'le dolaştığı dönemde tır ehliyeti dahi almış;

dorse ile motor mahalli arasındaki farklı manevra kabiliyetini bir türlü öğrenemediğinden koca tırı geri geri götüremese de, "E ve D sınıfı tır ehliyetiyle" dost sohbetlerinde caka satar hale gelmişti :).

Fakat zaten asıl gaye, cep telefonu sayesinde sürekli online olabildiği facebookta, anı anına yazılar yazabilmek, uğradıkları şehirlerde de okuyucularından biri ya da birkaçıyla buluşup tanışmak - sohbet etmek - bira içmekti KS'ye göre.

Bor madeni nakliyesi yaptıkları her şehirdeki kerhaneye muhakkak uğrayan, ve çok sevdiği parasını oradaki hayat kadınlarına rahatça saçan, güncelin sosyal ortamlarına giremediği için zamanla o meclislere kendini "yaraş-a-maz" farzederek gün geçtikçe silikleşen;

bu tarzdaki "ruh geriliğine" de birsüre sonra "onu yürekten sevecek bir kadının bile" faydası olamayacağı - onu kurtarmaya gücü yetmeyeceği ortadayken, ve kendisine sadece bir tanesinin azıcık da olsa gösterebileceği şefkat - samimi alaka - kalbini okşayacak bir telkine açken kamyoncu Kadir;

yan koltukta elinde sigarası - birası - cep telefonuyla oturan KS'nin onlarca kadınla yaptığı ve onları "kurma mekanizması kurulduktan sonra KS'ye doğru koşuşturan oyuncak bebekler" haline dönüştürdüğü sohbetlere şahit oldukça;

ve o kadınlar kutup ya da çöllerde bile yaşıyor da olsa KS'nin yazıları ve muhabbetlerinden sonra "rengarenk desenlerle süslenmiş - ılık ılık - ışıl ışıl bir bahar havasını yaşatır" hale gelişlerine hayretler ediyor;

"- Hasan abi, sen çirkin bir adamken, bu işler nasıl böyle olabiliyor?" sorgulamaları eşliğinde, “karnı çok acıkmış kurtların gözü” gibi parlayan kara gözlerine bir de "bana da öğret yaa :(" ışıldaması ekleyerek;

seyahatleri boyunca KS'ye kendisini "kadınlarda bulunan ve bir erkeği ancak başına varabildiğinde doyuran" o aşklar - sevdalar pınarına götürmesi adına yalvar yakar oluyordu.

Kadınları ele geçirme konusundaki sorularını o kadar samimi hayretlerle soruyordu ki Kadir;

kıkır kıkır gülmekten kendini alamayan KS, tuttu ona kendi yazılarını nasıl kopyala - yapıştır yapabileceğini öğretti, ve kadınların artık onun facebook sayfasına da hücum edeceğinin garantisini verdi. Tecrübeyle sabitti :)

Aynı mahallede yaşayan ve Kadir'in yıllardır platonik olarak aşk beslediği fakat konuşup açılamadığı bir kız, Facebook’unda paylaştığı yazıları okudukça ona karşı yumuşamış, hatta birkaç kez de buluşmuşken pizzacı ya da kafede, sonrasında, birden isteksizleşmişti meyledişlerine her nedense.

Oysa ki böyle olmamalı, KS'nin kadınlarıyla kurduğu iletişimlerde olduğu gibi, o kızın da ihtirasla yanıp tutuşan bakışları Kadir'in benliğinde son bulmalı, ve "birbaşınalık karanlığına" alışmış gözler "Kadir" denilen aşkla, alabildiğine kamaşmalıydı.
Fakat kamyoncu Kadir; kızın, tüm ruhuyla birlikte, bırak ışığı, sesinin ahenginin dahi kendisinden hızla uzaklaştığını - silinip kaybolduğunu hissediyor, uğradığı hayal kırıklığının asıl sebebinin de KS'nin kendisinden sakladığı "öğüt ve yöntemler" olduğunu düşünecek kadar aptalca bir öfkeye kapılıyordu.

Gelgelelim; mesela, Tekirdağ limanındayken direksiyonu teslim ettiği KS'nin, Kadir'in defalarca öğretmiş olmasına rağmen, manevra yaptırdığı tırın far ışıklarının oradaki bekçi kulübesinin kapısını çok çok yakından yaladığını, kendisi müdahale etmese o bekçi kulübesinin üstünden geçeceklerini, bu olayın altında da KS'nin "tır kullanma konusundaki" eksikliklerinin yattığını birtürlü anlayamıyordu.

Öyle ya; KS'ninkilerden kopyalayıp da sevdiğine sunduğu o yazılar karşıdaki insanda "taşıdığı beceri ve maharetlerle her kadını kendine hemen uydurabilecek adam" imajı uyandırıyorsa da;

neskafelerini yudumlarken yaptıkları konuşmalardaki basitlik - kurduğu cümlelerdeki çiğlik hemen anlaşılıyor, liseyi birincilikle bitirip de edebiyat fakültesine yeni yerleşen kızcağız da Facebook’taki söylemlerin Kadir'e ait olmadığını kolayca anlıyordu.

Fakat Kadir bunu birtürlü kabullenemiyor, bir örnekle göstermesini istiyordu "çirkin adam KS'den şu "sihirli sohbetlerin" verimli ilk buluşmalarını" :)...
İzmir'de yaşıyordu Zinnet ve KS'nin sayfasıyla yeni tanışmıştı.

Okuduğu yazıların etkileyiciliği üzerine mesajlaştıkları sırada Kadir'in tırı da İzmir Karşıyaka'ya doğru yük götürüyordu.

Kaliteli bir viski zerafeti taşıyan Zinnet'in facebooktaki resimlerini gördüğünde Kadir;

"- Ne yani, şu ilik gibi kızın karşısına bu paspal ve küspe kirlerine bulanmış kıyafetinle çıkıp, şu sarhoş gözlerine saçının sakalının berbatlığını da ekleyerek, o muhteşem güzellikteki kıza saatlerce "küçüklük duygusu" yaşatabilir misin güzel konuşma ile sen şimdi?" bakışları atar iken;

Zinnet'e tesadüfen İzmir'e geldiklerini dilerse tanışabileceklerini yazan KS, az sonra, direksiyonu Kordon'daki biryere çevirmesini tembihledi Kadir'e.

Zinnet belirlemişti buluşacakları yeri ve Kadir'in de bildiği bu yer, onun deyimiyle "sosyetelerin takıldığı" biryerdi.

Oralara çok gidip gelmişti bir güzel kız tavlayabilir miyim umuduyla ve "bardağı çok paradan" birsürü içki içmişti.

Buluştular...
Düşüncelerinde ve hitabetinde kitapların kurallarına asla bağlı kalmayan, ruh güzelliğini tamamlamak adına okurken "gereğinden fazla vakit ayırarak uyuşukluğa hiç bulaşmadan" olgunlaşan, ve bunu da konuşmaktaki ustalığıyla her daim ispatlayan;

iyi bir belleği ve keskin bir zekası olmasına rağmen tıkandığında da son çare olarak halihazırdaki bilgilerini harmanlayarak "bilmediğini bilir gibi gösterme" kabiliyetinden de çok iyi birşekilde faydalanan KS;

birsürü bira eşliğinde yaptıkları sohbette Zinnet'i olduğu kadar Kadir'i de şaşırtıyor;

"şu harika güzellikteki esmerle saatlerdir laflayan ve neredeyse onu ağzının içine düşürecek olan kişi bizim Hasan abi mi yahu?" düşünceleri eşliğinde onları sadece izliyor, tek kelime etmiyordu.

Zaten istese de edemez, tarihi bilgi donanımıyla bir bilge - şiirsel anlatımlarıyla iç dünyası çok zengin bir entelektüel - matematik ve fen konularıyla titizlik ve hassasiyet yönünü ispatlayan bir deha - tabiat ve benzeri bilimlerdeki engin ahkamlarıyla derinliğini gözler önüne seren bir doğabilimci - mantığının her an denetlemesiyle de sağlamlığı her kelimesinde anlaşılan bir "söz söyleme sanatçısına" dönüşüveren KS ile aynı ringe çıkıp da ondan habire tekme yemeyi göze alamazdı.

Alacağı dersi almıştı ama tabii ki yine de çok eksik kaldı…

Kadir o günün bitiminde Zinnet'in;

"- Arkadaşının kamyonu var nasılsa ve orada yatabilir. Ama sen bu gece lütfen bende kal. 25 yaşında koca kızım ben, ve yalnız yaşayan bir bayan arkadaşım var. Eminim halimden anlar ve evini bize açar. N'olur KS benimle kal" demiş olmasına rağmen "yola kiminle çıktıysam onunla dönerim" düsturunu çiğnemeyerek reddetmesiyle;

KS'nin kadınları hiçbirşeye zorlamadığını - hiçbirşeye maruz tutmadığını - uyguladığı psikolojik güç konusunda da sadece karşısındaki kadının izin verdiğince bir güç kullandığını - onları herhangi bir baskıya maruz bırakmadığını, ve onlara yine Kadir'e göre "saçma salak" birsürü şey söylemiş olmasına rağmen iradesi çok yüksek bir büyücüymüşcesine hükmedebilmesini;

tuttu;

Tanrı'nın güçlü elinin KS'nin alınyazısı ve talihine çok cömert dokunuşlar yapmış oluşuna;

bu üstün tarafının da yine Tanrı tarafından her an kontrol edilip denetimden geçirilmesiyle süreklilik kazandığına kanaat getirip, kendi şanssızlığına ve talihsizliğine hayıflandı :)
Belki de Kamyoncu Kadir'in dolaylı da olsa bu düşüncesinde haklı olabileceği birşey vardı ki KS'nin sık sık kullandığı, o da çağımızda tam müzelik :

Doğuştan benlikte yer alması gereken;
ve öğrenmeyle de elde edilemeyecek olan o sihirli meziyet :

Bilgi Donanımlı ve Samimi bir Mütevazilik...

***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 
Son düzenleme:

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{52}

**********





FGCMxx

***********







MUTLU ARIZALARIN

“HATASI BOL ESERİ" OLAN KADIN;

KENDİSİ HARİÇ YENEBİLECEK HERŞEYİ SİNDİREBİLEN

“MİDE” MİSALİ YAŞAYIP GİDERKEN

BİR PROBLEMLER SARMALININ İÇİNDE CÜRÜMÜNCE;



BİRÇOK ÖLÜMCÜL ARZUNUN ARKASINDAKİ

KISKANÇLIK VE OTORİTE DÜŞKÜNLÜĞÜ İLE HAREKET EDEN BİR KURBANIN,

BELKİ DE BİLE İSTEYE SEÇTİĞİ KIYICI CELLADININ ELLERİNDE,

SÖYLEDİĞİ SON SÖZÜN KENDİ SONUNU DA GETİRİŞİNİ GÖRÜNCE

KANLA BIÇAKLA;



BU DÜNYADA İYİLİĞİN KARŞISINDA

KÖTÜLÜK DİYE BİRŞEYİN OLMADIĞINI

VE ASLINDA BUNLARIN ADININ

"ÜSTÜN DEĞERLER" VE "EKSİKLİKLER"

OLMASI GEREKTİĞİNİ

ZOR DA OLSA ANLAYIVERDİ...



***



Birinin diğer insanlarla kurduğu ilişkilerde büründüğü tavır - sergilediği davranışlar kaynaklı olarak takıştırıp çıkardığı maskeye; kendisini diğerlerinden ayıran özelliklerinin çevreye uyum sağlamak adına geliştirdiği her tutumun bir kalıp - bir alışkanlıklar bütünü haline gelmiş oluşundan dolayı "Kişilik" adı verirsek;



Kişiliği oluşturan argümanları da; neşeli, mutlu ve dışa dönük - ilgisiz, içe dönük - endişeli, takıntılı - duygusal, naif ve romantik - kuşkulu, sinirli ve öfkeli şeklinde gruplandırırsak;

Herbirinin eğilip bükülebilirliğinin de şartlar ve imkanlar doğrultusunda kendine has dinamizm - mekanizma - yasa sahibi oluşuna bağlı tutarsak;

İşte, nefes alan her insanoğlunda 1 tane bulunan bu "Spesifik Ruh" olgusundan, yani kişilikten, Hasan'da tam 5 tane vardı...



Asıl taşıyıcı Hasan iken; Jakabo – Sceptical – DevilofHacker - KelimelerinSihirbazı isimli kişilikler ise aynı Ruh'un gemisinde barınan ve seyahat eden farklı farklı ruhlardı. Fakat durum buyken kişilik bölünmesi ya da şizofreni akla getirilmemelidir.

Anatominin dehaları da vücutta iki ayrı böbrek olduğunu söyler, ama fizyolojik olarak öyle değildir. Bir böbrek alınırsa diğeri büyür. Büyümeye ve eşinin boşluğunu doldurmaya ihtiyaç duyar. Aynı durum akciğerler için de sözkonusudur. Bu organlar gerçekte tektir ve hem birbirine bağlı hem de içiçedir. Biri yokolduğu an, aslında diğerinin de yitiş süreci başlamış olur.

İşte Hasan'ın yolcularıyla arasındaki ilinti de budur, ve Japonların ortaya çıkardığı JunglePuzzle oyunundaki sistemin yapısıyla daha kolay anlaşılabilir. Buna göre; bir parçanın eksik oluşu, işlerin tümüyle bozulması anlamına gelir. Fakat bu asla içiçelik – karışıklık - kaos olduğunun göstergesi değil, birbirine bağımlılık manasındadır…



Yine; her insanda tek ama Hasan'da 5 olan bu ruhi şahsiyetlerin herbiri; sıkıntı verici dış etkilerden özgünlüklerini koruma adına, kendine ait ruhi yapı - kültür seviyesi - görgü ve bilgisiyle sıyrılmak, ve maruz kaldığı sarsıntı, baskı, negatif heyecan, ıstıraplardan kurtulmaya çalışıp onu yoketmek - unutmak - üstünü örtmek veya şeklini ve yapısını değiştirmeye çalışmak yerine, o müşkülü "Ehline" bırakır ve kendisi sahneden çekilir.



Çünki bu beşlinin kurduğu imecede "çekilen zihinsel çileler" herbirinin zihnini ayrı ayrı geliştirmiştir ve neredeyse eksiksizdir. Gerçi şu an bunları okuyanların büyük çoğunluğu ve psikayaristler "Yahu, böyle şey olmaz! Düpedüz deli işte Hasan!" deseler de; halka indiğimizde ve sorduğumuzda göreceklerdir ki; kendi kendine konuşmadığı - kendi kendine gülmediği - sağa sola saldırmadığı - durup dururken bir ortamdan kaçıp gitmediği sürece, toplum onları "Deli" olarak tanımayacak veya "Ruh Hastası" olarak kabul etmeyecektir…



İnsanların doğumlarından ölümlerine kadar içinde bulundukları toplum kültürünün ondan istediği ve beklediği şeyler için değişime uğraması, ve o ortamdan etkilenmesine "Kültürlenme" denir, ve, Hasan – Jkb – Scpt – DoH - KS beşlisi gezegende varolan her kültürlenmeden nasibini alarak vücuda gelmiş;

Bütünlük (Unformiti and Completeness) - Yeterlilik (Eficiency) - Anlaşılabilirlik (Understandability) - Yerleşiklik (Locatization) - Tutarlılık (Confirmability) - Değiştirilebilirlik (Modufrability) - Gizlilik (Abstraction Hiding) - Modülerlik (Modularity) konularında hem sanal ortam hem de gerçek yaşamda profesyonelleşmiştir, ancak, Adil - Akıllı - Cesur - Cömert - Ağırbaşlı - Namuslu - Sakin - Affedici - Yumuşak huylu - Sabırlı - Diline hakim - Dosdoğru - Merhametli olmak gibi şeyleri kendi çap ve kriterleine uygun olarak yaşama geçirebilen bu beşli;

İç dünyalarının karanlıklarına gömmüş oldukları veya kontrol etmekte hiç zorlanmadıkları, Cahilce Hareket - Başkalarıyla alay etmek veya hakir görmek - Korkaklık - Gazap - Kibir - Övünmek - Söz verip tutmamak - Müsrif ve Savurgan olmak - Zulme Başvurmak - Cimrilik - İnsanları çekiştirmek veya Gıybet - Aşırıya kaçan şakalar yapmak - Yalan söylemek - Münakaşa etmek veya kavga çıkarmak - Tembellik - Küçük şeylere tamah etmek - Hasetlenmek - İftira atmak - Cinsellikte aşırıya kaçmak - İçki ve sigarada ölçüyü kaçırmak, gibi şeylerle bazen saniye gibi bir zaman diliminde bile birbirine karışabiliyor; hatta ansızın bir bütün olarak bile kişilikler yer değiştirebiliyordu.

Sahnede Sceptical varken mesela, bir anda Jakabo onu itip ortaya atlıyor, Jakabo'nun repliği ise DoH'un piyasaya çıkıvermesiyle yarım kalabiliyordu. Bu tehlikeli karmaşaya ise kozmozdaki tek bir insan sebep oluyordu : FGCMxx !..



Sami Dündar ile kurdukları şirketi kapatıp da İstanbul'dan Balıkesir'e döndüğü günlerdi ScepticaL'in. Binlerce kez düşündüğü konu yine beyninde ve saniyelik mesele uyanıvermişti : Deli Yaftası!..



Onu tanıyan herkesin, herşeyin üniversitedeyken ağaca astıkları 4 solcu öğrenciden kiloca en ağır olanının ayaklarından asılı haldeyken ipin boşalması ve yere çakılıp ölmesiyle başladığını, ve, deli deli hallerinin okuldan atılmasıyla bağlantılı olduğunu sansa da; ScepticaL'in doğuşu, Askeri Liseler sınavını kazanmış olmasına rağmen gözlerinin bozuk çıkışıyla elenmesinden sonra gerçekleşmişti. Çünki Hasan çok sevdiği o üniformayı giyememişti ortaokuldan sonra. SD'nin yanından dönünce sahne aldı yine ScepticaL, ve kendi kendine yaptığı telkinler bile yavan kaldı içinde bulunduğu major depresyona karşı zaman zaman. Çevresindekilerin hallerine gülerdi onun için sarfettikleri çabalar aklına geldikçe. Çünki Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine bile kendisi gitmişti. Yaşadığı ağır depresyonu onu içinden çıkamayacağı bir çukura itivermesini engellemek, ve profesyonel destek alarak, gerçekten delirmemek için. Ama diğerleri deli olduğu için girdiğini sandılar hastaneye :) Girmek de zor olmamıştı zaten. Oradaki doktorların hepsi basmakalıp eğitimlerin adamıydı, ve onlara göre herkes "hasta". Ne gülmüştü onu tedavi etme çabalarına, ve psikoterapi esnasındaki çırpınışlarına. Oysa, farkında olmadan, zaten sihirli 1-2 ilaç denemişlerdi ve ScepticaL kendi reçetesini çoktan yazmıştı : Remeron. Tek ilaç tek reçete. Sihirli bir ilacın keşfi! Keşiften sonraki 4 gün ise hem gerçek delilerin hem de her rütbedeki deli doktorlarının analizini yapabilmek için yatmıştı hastanede. 7 gün bitince de yine kendi isteğiyle, girdiği gibi, vasi ihtiyacı duymadan kendisi atmıştı taburcu kefalet kağıdına. Yahu, düşünün,, bir deli kendine kefil :)



İş hayatında yaşadıklarından kaynaklanan "Arkadaşlık – Akrabalık – Sevgililik - Dostluk ve bilumum sosyal yakınlaşmaların tümü çıkarlara dayanır ve onların büyüklüğüne paralel olarak gelişir herbiri" düşüncesi, daha "Düşünen Adam" heykelini geçmeden taa o hastanenin bahçesinde, yeniden dirilip birdaha perçinleşmişti belleğine, ve bazen ikileme düşüp "buna ne zamandan beri sahibim ben, deli olmadan önce mi yoksa sonra mı saplandı dimağıma bu fikir en keskininden?" diye düşündü.

O bir haftalık akıl hastanesi macerasından önce de sonra da, tabiatı gereği, "iç sıkıntıları – kaygı - mutsuzluk hissi" ScepticaL'i hiç yalnız bırakmadı. Ama bazen durum kendi kendini telkinle bile giderilmeyecek bir hal alırdı, ve işte o an imdadına caddeler-sokaklar koşardı. O caddeler ki, ScepticaL'in "farklı" ve "farkındalık yüklü" bakan gözlerine neler neler anlatırdı. Yaşamın efendisi mesela, sefil olduğu kadar verimli bir toprak misali de üretken olan sokaklardı. İçi kemir kemir kemirildiğinde kendini teslim ediverdiği sokaklar, aylak aylak dolaşıp da attığı her adımda, o güne kadar okuduğu binlerce kitaptan bile daha çok şeyi ona birsolukta anlatırdı.

ScepticaL'in sıradan ve basit olmayışı, aksine, asil ve yüce bir gurura sahip olmasına rağmen ara ara sokaklara düşmesi önemsizdi, ama, sanki "Deli" kelimesinin, derin olduğu kadar dayanılmaz da bir acısı vardı. "Çoğunluk" olanlardan uzaklaştıran ve yalnızlaştıran bir etkisi vardı sanki bu kelimenin. Varlığın ile alay ediliyor, ve, normal insanlar sınıfından "anormal ve azınlık" olan bir gruba itiliveriliyordun sana bu kelime ile seslenildiğinde sanki. Hele de aslında yakından uzaktan alakan yoksa bu sözcükle, hele de bunu sana söyleyenlerin tümünden akıllıysan! Hele de "farklı" oluşuna bir isim bulamadıkları için bu sözcüğü sana lakap olarak seçmişlerse, eksiklerse!..



Depresyon, hem de major olanı, hayatının her döneminde vardı, ve belli dönemlerde kapıyı çalardı. Özellikle de iş hayatında başarısız olduğunda mesela. Dolandırılıp da profesyonellerce, Beyoğlu İstiklal Caddesi Baro - Balo (Nevizade yanı) sokaktaki Limited Şirketini kaybettiğindeyse en ağırını yaşamıştı ve uzunca bir süre evden çıkmamış, terasla salon arasında geçirmişti günlerini. İnternet – Bira - Sigara ve hiç meşgalesi olmadan hem de. Yanısıra bitmeyen kaygı – korku – tedirginlik - iç bayılmaları eşliğinde. Evden çıkmaya niyetlendiğindeyse 1 yıl kadar sonra, bu seferde evlere giremedi ve çekti gitti.

Paçavralar arasında yaşadı ve kendisini hastaneye götürmeye çalışan polis – jandarma - zabıta vs. kim varsa, reddetti. İnsanlardan gelen tüm yardımlara da arkasını döndü. Onu anla-ya-mayanların hepsini dünyasından kazımış atmış, sadece "içli anlayış" yüklü olan hayvanları bırakmıştı çevresinde. Çoğu zaman yanında bir kedi - köpek yavrusu taşıyordu. Konuşmak isteyenlerin yüzüne "anlam yüklü" bakışlarla takılıp kalıyor birsüre, sonra da hiçbirşey söylemeden uzaklaşıyordu. Gözlerinde her daim içten içe yalvaran, ve sanki dilenen bir tonda "biraz olsun rahat bırak" arzusu vardı ScepticaL'in onunla iletişim kurmaya çalışanlara karşı. Herkes anlayamasa da, vardı.

Hiç dilenmedi ve gıdasını sağda solda kurulan mahalle pazarları toparlanıp gittikten sonrasıyla, çöpçülerin geliş saati arasındaki zaman diliminde, duvar kenarlarına bırakılmış yarı çürük sebze - meyvelerden, ve çöp kutularına "bazen bütüne varan büyüklükte atılmış" ekmeklerden çıkarıyordu. Hisleri yarıdan fazla kördü o dönemde ScepticaL’in ve şuuru kendisini ilgilendirmeyen meselelerde devreye hiç girmiyordu, ki "sınırsız dinlence" gerçekleşsin. Yarım yamalak yeyip içen ve 24 saatin 20'sini yanındaki kedi - köpeklerle bir bankta uyuyarak geçiren bir adamdı. Yani dünyanın en gamsız adamı. Cep telefonu – bilgisayar – bira – kadın – para - sigara bile yoktu hayatında ama mutluydu. Tek kaygısı oğlu Memo'ydu ve o da gelinlerine emanetti. Kardeşinin karısı vicdanlı bir insandı ve ScepticaL'in de "oğlu sözkonusu olduğunda" ona olan güveni tamdı. Bakardı.



Öyle uzun sürdü ki bu durum, bir ara kendisi bile korktu. "Ya normale dönemezsem!" diye bile düşündü bazen. Yok yok. O güçlüydü. O Jakabo'ydu. O ScepticaL'di. O DoH'du. O KS'ydi. Bir takvim belirler ve ne zaman isterse normal haline dönebilirdi. Yeter ki istesindi. Zaten halihazırda bir planı da vardı. 1,5 yıldır fiziken ve ruhen atıl haldeydi, ve geriye dönüş, yani akıllanış ve "toplum" denilen "kollektif çıkarlar kumpanyasına" yeniden katılış en fazla 6 ay sürerdi. Sonra da kaldığı yerden devam ederdi.

Birgün yine sokaklardayken SD geldi aklına, ve mahallelerinde CD-DVD kiralayan Mehmet Ali'nin dükkanına gidip, onun PC'sini 2-3 dk. kullandı. MSN'de konuşurlarken SD ona birisiyle tanışmasını önerdi. Eskiden de bu şekilde paslaşırlardı. O kişiyle aynı kentteydiler ve kadının ailesi oldukça varlıklı, oldukça namlıydı. Hatta Balıkesir'in en köklüsü olan bu geniş aile, tabiri caizse, şehrin düpedüz paşasıydı. Ama ilk tanıştıklarında onun kimin kızı olduğunu bilmeyen ScepticaL, kötü kocasından kurtarmak için onu kaçırdı. Bu işi de sahneye çağırdığı DoH'a yaptırdı. Tanıştıklarının üçüncü haftasında, DoH birasını yudumlarıp sigarasını içerken Sındırgı'dan Bursa'ya uzanan arayollardan birindeki çoban çeşmesinde, "- Ulan ben şimdi evli bir kadını mı kaçırdım yani?" diye gülümsüyor, ve polis ya da jandarma'ya yakalanmadan FGCMxx'in İstanbul Ataşehir'deki evine nasıl ulaşacaklarının hesabını yapıyordu. İşte böylece normal yaşama dönüş "uyanışı" çok hızlı oldu…



MSN'deyken, "- İyi o zaman abi, tanış diyorsan tanışayım. Belki sohbet edebileceğim biridir" diyerek MehmetAli'nin dükkanından çıkmış, mahalle kahvesine gitmişti Sceptical. Yüzündeki üzüntülü ve düşünceli halin aslında onu ayakta tutan - diri tutan - herkeste olması gereken ve sevinç denen şeyin "taşkınlık" - üzüntü denen şeyin de "teskin ve dinginlik" kazandıracağını bilmeyen bir arkadaşı, biraz açılsın diye belki, onu zorla tavlaya oturttu. Oyunun ortasında, eve uğradığında yanına almış olduğu cep telefonu çaldı. Zarları bırakıp telefonu açtığında, etkileyici bir kadın sesi ona. "- Ünlü organizatör Sami Dündar'dan aldım telefon numaranızı Hasan Bey. Sizinle tanışmak istiyorum. Ofisiniz nerede acaba? Çıkıp geleyim vs." şeklinde birşeyler anlatıyordu. İçinden "Ne ofisi :)" dedi ve karşıdaki kadına "- Şu an tavla oynuyorum, kahvedeyim, sonra arayın" diyerek kapattı. Her iş önemliydi ScepticaL'e göre ve kıvamındaysa ertelenemezdi. Kendini yine o anki işine verdi : Tavla'ya.

Aradan bir kaç gün geçmişti, telefon yine çaldı. "- Yüzüme nasıl telefon kapatırsın! Sen kendini ne sanıyorsun?" serzenişleri eşliğinde FGCMxx ile, yakınlardaki bir okulun bahçesinde buluşma kararı alındı. Çünki kadının arabası vardı ama ScepticaL'in sadece ayakkabıları. Gelirken bira satın almış olan süslü püslü kadının arabasında yapılan 1 saatlik sohbet, her iki tarafı da memnun etmiş olacak ki, o soğuk kış gecesinde ve araç içinde değil de, bir meskende devam etmeye vardı. ScepticaL'in Müfit isminde yalnız ve çulsuz yaşayan, pazarlarda incik boncuk satarak hayatta kalmaya çalışan bir arkadaşı vardı ki, onu kırmazdı. Paldır küldür oraya gidilerek kapısı çalındı.

Müfit odadaki teneke sobayı parçaladığı limon kasalarının tahtalarıyla tutuşturup evin diğer odasına çekilir çekilmez, "- Siz çok ilginç bir adamsınız" derken, bir yandan da kendisini öpmeye çalışan sarışın kadının hamlelerini "Yok canım, herhangibir ilginçliği - üstünlüğü olmayan basit - sıradan bir insanım ben" cümleleriyle savuşturan ScepticaL, bu yarı sarhoş dişinin örme ceketini – pantolonunu - boxer şortunu nasıl olup da çıkararak onu çırılçıplak bıraktığını - önsevişme, giriş ya da benzeri şeylere hiç mi hiç ihtiyaç duymadan o küçük fakirhane odasında organının soluğu onun pespembe vajinasında aldığını - kadınınsa, henüz ıslanmamış organına alırken büyük bir iştahla ScepticaL'i, zerre kadar tedirginlik yaşamıyor oluşunun onda "hafif meşrep" fikri oluşmasına yolaçtığını - önsevişmesiz başlayan bu birleşmenin nereye varacağını hesaplamaya çalışırken, bacaklarını alabildiğince açmış olan şu kadının üstünde gidip gelirken, aniden, "- Hayır! Hayır! Yapamam! Kocama ihanet edemem! Yapmamam lazım!" nidalarıyla birlikte onu yana atmaya çalışmasıyla şaşkına döndü. İzin vermedi tabii kendisini üstünden atmasına, ve hareketlerini hızlandırarak – haykırarak - inleyerek boşaldı. Bedenini kadının bedenine devirdiğinde, onun hıçkıra hıçkıra ağladığını ve "-O'na söz vermiştim, aldatmayacaktım" şeklinde söylendiğini duyunca da sordu : "- Kime?".



ScepticaL FGCMxx'in bir ikiz kardeşi olduğunu, onunsa "alkolik" olduğuna inandığı kardeşine, kendince, psikolojik manada yollar gösterip destek olmaya falan çalıştığını ilk o gece öğrendi.

Kocasına kayıtsızlığı, ve dünyadaki en tehlikeli duygu olan "kıskançlığı" hemen anlaşılabilen FGCMxx, çok ama çok varlıklı bir ailenin, doğumları esnasında öz anneleri öldüğü için onları evlatlık edinerek şımarık - hoppa mizaçta yetiştirdiği, çocukluktan bir türlü kurtulamayan, fakat çok zeki, iki kızından biriydi. Genç kızlık dönemini; bilen - bilgisine her an yeni bilgiler katan - bunları yine de az bularak durmamacasına yenilerini öğrenmeye çalışan biri olarak geçirmişti, ve çok sevdiği babasının intiharı "içinde biryerde iyileşmeyen bir yara" olarak onunla beraber büyüdükçe; aralarında yaşamak zorunda kaldığı "sosyetede" katlanılmaz insanlarla uğraştıkça - sevmediği şeyleri yapmak zorunda kaldıkça - yeterince para kazanamadığını anlatıp duran doymaz insanlara dişini sıkarak tahammül etmeye çalıştıkça bunalmış, ve "acaba kurtulur muyum?" diyerek kocasıyla evlenmiş; aşağı tabakadan gelip de soyluların arasına sonradan katılan bu adam da maneviyat baz alındığında birşeylere çare olamayınca, kendini alkole, üstelik de biraya vermişti.



Gecelerin bütün karanlıklarını içine alıp, onun aç gözlerine teslim olup da; daha önceleri hakkında çok şeyler okuduğu ve inandığı, O'na, özetle; "Tüm varedilmiş olan ne varsa, bir an için hepsinin dışına çıkılıp da, hepsine dışarıdan baktığında, belki de o bütüne "Tanrı" derdin!" gibi saçma fikri aşılayarak "septisizmin doktrinlerinden" bile daha zavallı bir "herşeyden şüphe duyabilen bir çeşit imansız - hiçbişeye inanmak istemeyen bir inkarcı" haline gelmesine sebep olan "Spiritüel Düşünce ve Reenkarnasyon" ahmaklıklarının da kendisine yardımcı olmayışından; "Allah'ım yardım et" gibisinden bir yakarışı da diline dolayamıyor; "kolu kanadı kırık bir şekilde de olsa" boğulduğu o karanlıklardan sıyrılamıyordu.



Kocasıyla birlikte yaşadıkları ev kar – tipi - tufan barındıran kutup geceleri gibi eziyordu FGCMxx'in ruhunu, ve bu evde yaşamaya neden katlandığını, nasıl kurtulabileceğini de bilmiyordu. Kapana kısılmıştı. Paranın yönettiği "ailesinin ve sosyal çevrelerinin" kalp – vicdan - maneviyat konularındaki eksiklikleri onu zaman içinde oldukça acımasız yapmış, bilinçaltını ise "şartlar ne olursa olsun hedefe kilitlenmek" gibi bir bencillikle donatmıştı. Fakat para sorunu olmadığından, iş – kariyer - geçim gibi şeylere yönelemiyor, hedeflerini "sapkınca bile olsa" ikili ilişkiler üzerinden belirliyordu. Seks – aşk - sevişme denilen şeyleri; yaşadığı konforlu hayatta çok dengeli ve düzenli de beslenebiliyor oluşundan kaynaklanan yüksek libidosundan dolayı, gerçekliklerden kaçıp kurtulmak - yaşamında karşılaştığı zorlukları unutmak - hem ruh hem beden manasında gevşeyebilmek için, yani, herhangibir uyuşturucuymuşcasına kullanıyor, bu sefer de, hırçın – kızgın – gergin - huzursuz günler geçirdiğinden uykuları bozuluyor, ve organizmasında meydana gelen bozulmalar da onun "farkında ol-a-madan" kendisine ve çevresindekilere zarar vermesine yol açıyor, yaydan çıkan ok'a müdahale edemiyor oluşu onu daha bir "saçmalar" pozisyona düşürüyor, başedemediği şeyler yüzünden yaptığı hatalar da "onarılamaz" hallere dönüşünce soluğu psikayaristlerde alıyor, onların yazdığı antidepresanlardan medet umuyordu.



"Gerçekten acıktığında gerçekleri görebileceğinin" hiç farkında olmadan sürdürdüğü bu yaşam tarzı FGCMxx'i ve egosunu öyle bir hale sokmuştu ki; ömrü boyunca tek bir aşka sadık kalıp da o aşkın ızdırabını çekmiş, ve başkalarınca meftun - meczup gözüyle bakılanlardan çok uzaktı. Onların yaşadığı "bir çocuk gibi tertemiz gülümseyen" o aşkları hayal edebiliyor, o aşklarda çekilen ve erişilemeyecek büyüklükteki azapların bile mübarekliğini kestirebiliyor, ancak, içine düştüğü libido egoizmini herkesin peşinde koşturduğu "günün giyim modası" gibi kullanmaktan kendini alamıyor, o modaya uyarak da bütün gardrobunu "1 kez giyildikten sonra bir daha yüzüne bakılmamış kıyafetlerle (!)" dolduruyordu.

Öyle ki; bütün süperegosuna rağmen hiç de ham değilken, ve kendini "herkesin hoşuna gidecek" şekilde ayarlayabilecekken; tutup, onları kendine uydurmak yerine onlara uymak zorunda kalıyor, ve "iki kadeh içip kalkarım" diye girdiği bir gece klübünün barmeninin koynunda ve o mekanın arkasındaki zula bir odada uyanabiliyordu.



Öyle ki; içine düştüğü bu cinsel şehvet bataklığı ona; hani din kisvesine bürünmüş tarikatlara girse, ve oradaki şehvet delisi sahte şeyh ve müritlerin herbiri günün her anında saldırıp dursa, hatta, ucu seksüel katilliğe uzanan cinsel birleşmelere bile, varsa, "Neden olmasın?" dedirtecek gibiydi.

Hal böyle olunca; FGCMxx'in ellerinden şehvet – alkol - depresizm tutunca; sık sık başvurduğu yalanı ve yalanın göstergesi olan; aşırı heyecanın elleri terletmesi - yaşadığı coşku ve korkuların yüzünü sarartması - yalanı ortaya savururken yutkunması ve çektiği susuzluğu da dudaklarını diliyle ıslatma yoluyla gösterme çabası - bazen boynundaki atar damardan bile gözlenebilen nabız hızlanmaları - konuşma sırasında gözlerini karşısındakinden sık sık kaçırması - sesinin renginin ve tonunun değişerek doğal halinden uzaklaşması ve kuvvetsizleşmesi - irade boşluğundan kaynaklanan kontrolsüz el ve ayak hareketlerinin sergilenmesi ya da "tüm bedenin sallanması veya biryana eğilmesi" gibi klasik tepkileri; ona "hasta ruhlu - deli" gözüyle bakan, ve kendi lüks yaşamına sarılan içgüveysi kocasıyla, yine, ona "annelik gayretiyle" yaklaşıp da hoş tutmak adına hiç kırmayan annesine yutturabiliyordu, ama; bütün yaşamını "küçük ayrıntıları seziş" gibi bir düstura dayayıp da büyük kayıpları bile gözardı ettirebilecek bir "onur'un" efendisi haline gelmiş olan KS'ye yediremiyor; masa – bira – içki – felsefe - sohbet ortağı olduğu şu adamın vizyonuna da şapka çıkarıyordu…



Bu adama; hiç yaşamamacasına mazisini unutarak bağlanabilir, kulu kölesi olabilirdi. Kitaplar gibi konuşan şu bilge adam ona zırt pırt "Bana tutunamazsın!" imalarında bulunsa da satır aralarında; sahip olduğu gurur – kibir - kendini beğenmişlik – para – ün - hatta beyin olarak neyi varsa birkenara bırakıp ona diklenebilir, "- Sana tutunabilirim ve ömrümün sonuna kadar da tutunacağım!" şeklinde bir direnç gösterebilirdi…



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{53}

**********





CİNAYETLERİN SEBEPLERİ ÖLENLERE SORULMALI

****************************************************************





"- Pisst. Kap gel biraları da pikniğe gidelim :)" şeklinde bir SMS gönderdiğinde, elindeki uğraşısı her ne olursa olsun, eğer ilaç almamışsa ve uyumuyorsa - uyuyorsa da uyanır uyanmaz arabasına atlayıp gelen, ve mesajı gönderen KS'yi gücünün yettiğince sıcacık – vazgeçilmez - tartışma götürmez bir tutkuyla seven FGCMxx'in "Öküzlük sınırındaki" kalpsizliğinin sık sık ortaya neden çıktığını da çabucak kavradı KS : O'nun kalbinin ruhuna, zengin ve sömürülebilir kadınlık adı altında birçok cerrahi operasyon yapılmış, dikişleri de beceriksiz cerrahlarca çarpık çurpuk atılmıştı…



Çevresi ve ailesinin tüm baskı ve engellemelerini birşekilde aşarak kendi istediklerini muhakkak yapan bu asi kadın, henüz 1-2 haftadır tanıştıkları, ve hemen hergün buluşarak kadeh tokuşturdukları şu deli dolu ama akıllı adam, onu korkutmak – sindirmek – acındırmak - öfkelendirmek ya da neşelendirmek için sergilediği sahte öfkelere veya gülümsemelere bürünüşünü asla yemiyor, hiç etkilenmiyor, ve ona bir "erkek arkadaşıymış" gibi davranıyor, emrediyor - itip kakıyor - azarlıyor ve gerekiyorsa yerden yere vuruyordu. Bunu da onun içindeki asıl FGCMxx'e ulaşıp, elinden tutup dışarı çekmek için yapıyordu. Her ne kadar KS'nin bu tavırlarını "sürekli tekrarlanan zevkli bir oyun" zanneden çocuk ruhlu kadın, en çok da, kendisine bağırıp çağıran ve küsen adamın, aradan birvakit geçtikten sonra eline bira ve sigaralarını alıp gelip de, yumuşacık bir suratla ona gülümseyip yanağını okşamasından ve barışmalarından hoşlansa da; canı bu oyunu oynamayı çekmediğindeyse DoH tarafından herşekilde yönetilmek ona güzel gelirdi, ve onun söylediklerini hiç yargılamadan yapıp, eksiksiz birşekilde itaat ederdi.



KS de ona karşı sürekli adil – dürüst - merhametli davranır, olaylardaki sınırları kesin çizgilerle ayırmaz, sabır ve basitlik olgularını hat safhada tutarak uygular, bazen felsefenin en üst noktasındaki feyzleri bile açık ve net ifade edilebilecek hale indirger, ve ona eleştiri ya da önyargıda bulunmadan yansıtır; sorunların çevresinde dolaşıp eşelenmek yerine tuttuğu gibi elinden tam ortasına sürükleyerek FGCMxx'i "Yüzleşme" denilen ve onun hiç alışık olmadığı birşeye sığınmasını sağlar, ve bunun da bir Tanrı Hükmü olduğunu, çünki insanın günaha meyilli olarak yaratılıp günü geldiğinde de bunlarla yüzleşip Tanrı'nın "Ceza ve Ödül Sisteminden" payını "tam ve onun adaletine yakışır biçimde" alacağına dikkat çekerek, onun "eksikliklerini tamamlar - fazlalarını törpüler" biçimde yönetirdi.

Tuhaf olansa; KS bunca ince ve yoğun çabalarla iletişim kurarken onunla, FGCMxx ise onun düşünceli hallerini "yaşadıkları ilişkinin içine sızıvermiş bir öteki kadına" dayandırıp, açıklamasını da "- Bir insan bir başka insanı ondan uzak kaldığı zamanlarda sencileyin derin düşünür. Ben şu an yanında olduğumdan, bir başka kadını düşündüğün aşikar! :(" şeklindeki bu dünya dışı bir mantıkla yapabilir, Jakabo'yu da kahkahalarla güldürebilirdi :). Böyle bir kıskançlık tribini de ona ancak FGCMxx atabilirdi.

Daha ilk buluşmalarında karar vermişti ScepticaL "içine düştüğü boşluğun dibinde onu bekleyen kibirli doktorların insafına bırakmamayı FGCMxx'in aklını, ama onları birbirine asıl yaklaştıran, yaklaştıkça da özgürleştirip bu dünyadan koparırcasına rahatlatan şey : "Ortak çekilen zihinsel acılar", acı veren düşlerdi. Ortak payda bu olunca da, buluşup bira içmeleri - akla gelen ve gelmemesi gereken herşey hakkında edilen sohbetler - sadece hayvani duyguların bastırılması için zırt pırt yapılan seksler; yani; birlikteliklerinin her anı gizemli - bayağılaşmanın ucundayken bile ulvi - ıstıraplarıyla, hayal kırıklıklarıyla, kendine özgü süsleriyle de çok ama çok çekiciydi. Fakat içerisinde asla Kays ile Leyla'yı andıracak hisler içermezdi. (Gerçek adı Kays'tır şu herkesin "Mecnun" diye andığı adamın ve bu kelime cinlenmiş - kafayı yemiş manasında kullandığı bir lakaptır arabın.) Yine birşey daha vardı ki, buluştuklarında dile getirip de karşılıklı ve katıla katıla güldükleri : Fiziksel ve çehresel çirkinlikleri :).

Sarhoş naralarının ikiye böldüğü geceler sokaklarda sürterken - başbaşa verdikleri yalnızlıklarını dere kenarının birindeki ağacın dallarına asıp da piknik yaparken - hayat denen maratonu koşup dururken sendeleyip yere yuvarlanışlarının kritiğini falan değerlendirirken, laf dönüp dolaşıp hantal - şişko bedenlerine ve "iticiliğe varan biçimsizliğiyle" çehrelerine gelir dayanır, onlarsa, Brad Pit ve Angelina Jolie olamamışlığın sorumluluğunu "sıradan beyinli çirkin insanlar" gibi tabiata hiç bağlamaz, kendilerine attığı bu kazık için ona kötülük sevdasına hiç tutulmaz, ruhlarıyla tenleri arasındaki "uçurumvari uyum bozukluklarıyla" insan içine salıverdiği için ne tabiattan ne de Tanrı'dan hesap sorma – gücenme - küsme gafletine düşmeden yer – içer - sevişir, ve makara - espri konusu haline getirirlerdi çirkinliklerini. Ama şaka biryana, gerçekten de "çok güzel ve albenili" olmasalar da, zekiydiler ve birçok şeyi örterdi bu…



Horasan Vali'lerinden birisi, oğullarına sürekli olarak silah – zırh - kitap dükkanlarından başka yerde oturup eyleşmemelerini tembihler, bu sayede de "alim ve cesur" olmalarını sağlamaya çalışırmış. Konu cesaret olduğundaysa, gerçekten de, insanlar daha çocukluklarında "cesur ve mert" insanlarla oturup kalkar, savaşlarda bulunmuş ya da toplumda kahramanlık göstermiş kişilerin cemaatlerinde vakit geçirerek büyürlerse, "korkmamayı - cesur olmayı" öğrenebilirler. ScepticaL'in cesaretiniyse ilk olarak; "kocamın yanına gitmek istemiyorum ben yaa :(" dediğinde, "gitme o zaman, kaçalım" deyiverdiğinden birkaç saat sonra şaka olmadığını anladığında test etmişti FGCMxx, ve ikisi başbaşa verip yollar aşıp gitmişti, ama, daha büyük bir deneyimi; kocasını boşayıp da gönderdikten sonra, suyu – elektriği - doğal gazı artık olmayan o evde takılırlarken, annesinin onları bastığı gece yaşamıştı. Soğukkanlılığını kaybedip de donunu tumanını alıp kaçmak yerine, "o ketum annesiyle" çata çat bir laf dalaşına girişmiş, ondan birsürü tokat ve yumruk hamlesi almasına rağmen karşılık vermemiş, üstüne üstlük cazgır annesinin pes edip çekip gitmesini bile sağlamıştı söylene söylene. Tuhaf adamlığını birkez daha ispatlamıştı Hasan bir sonrakinden önce :).



Fakat FGCMxx DoH hakkındaki bir ayrıntıyı henüz bilmiyordu o dönemlerde. DevilofHacker'ın kabalık – cüret - fütursuzluğa varan davranışlarının da sebebi olan cesaret; genç insanların "birsürü kazancı gözetme" dertlerinden dolayı yapmaktan sakındığı; fakat, yaşamdan beklentilerinin neredeyse tamamen tükenmişliğiyle ihtiyarlıklarını yaşayan 70 yaş üstü SÖ'lerin sergilemekten çekinmediği olağan tavırları!



Peki o birleşme gecesini anımsıyor musunuz? İşte o gece DoH'a, 80-90 yaşındaki ruhların bilgeliği ve cesareti de aktarılmıştı. Ve bu cesaret asla; ahmak ve cahil olanın "gözleri önünde cereyan eden şeyleri bile" algılayamayıp - doğru yorumlayamayıp da cüretkarca ve cesurane şekilde saldırıya geçebilmesi; ve; akıl ile mantığını en ileri düzeyde kullanabilmesinin yanında "herşey mümkündür" şüpheciliğiyle olayların uzak gelecekteki getiri veya kayıplarını hesaplayarak da olsa "tutuk – temkinli - ve belki de korkak" oluşu ile asla karıştırılmamalı birilerinin; onun cesaretine, kadifenin çeliğe dönüşmesi ne ise, işte o gözle bakılmalıydı. FGCMxx zaman içinde yaşadıkları olay ve karşılaştıkları zorluklar sayesinde bunu en iyi anlayan kişi olacaktı…



Herbiri, "her açıdan ve bilinen her değer yargısıyla" ölçüldüğünde tamamen farklıydı kadınlarının. Farklı olmanın ötesinde, belki benzer yanları bile yoktu. Onları seçiş sebeplerinin içindeyse tek bir unsur alenen göze çarpıyordu :

Eğer bir kadını hayatına sokmuş ve onun erkeği olmuşsa, o kadın yanında yokken, "Hasan"; insanoğullarının en zavallısı - en rezili - en acizi - en alçağı, ve o kadının yanındayken de en popüleri - en şık fikirlisi - en saygını - en kıymetlisi ve uç noktalardaki kalitesiyle de "insanüstü" oluveriyordu.

Kadınlarının tamamını kendisini ıslah, ve belki de salt varlığıyla bile kontrol edebilecek-yükseltebilecek olanlarından seçiyordu. İlginci; bazıları bunu başarabilecek herhangi bir melekeye bile sahip değildi. Olay, damıtılmaya gerek duymadan bir fıçıda uzun süre bekletilince "Şarap" oluveren çavuş üzümünün tuhaf hikayesiydi…



İçinde çırpınıp durduğu ruh hallerinden dolayı algı yoksunluklarıyla güreşen, ve gördüğü sanrılara bile tutunmaya çalışan FGCMxx de kadını olmuştu ama, yukarıdakilerin tamamı, bu "karşıtlıklar barındıran gözlerinde her an sinsice birşeyler gizleyen" şımarık sosyete kadını için de geçerliydi. Zaten, sadece "en geç 3 ayda bir mutlaka görüştükleri, ve Halis denilen herifle o hayatında olmasına rağmen birlikte olup olmadığını şüphesinden dolayı hiç affedemediği" FGCM'yi diğerlerinin hizasına hiçbir zaman getirmedi, getiremedi DoH. Sonraları farketti ki, onlarca yıl hayatında tutuşunun ve ondan kopmayışının, kaldı ki bu süre içinde birsürü yeni kadını olmuşluğunun, ve onlarla da gün geçirmişliğinin yanında, FGCM'nin kendisindeki yansımalarının, aralarında kilometrelerce yol ve birkaç şehir olmasına rağmen etkilerini hiç kaybetmemiş oluşuydu. Diğer kadınları ise sadece yanıbaşındayken, hatta koynundayken "birşeyler" ifade ediyordu…



Birgün, FGCMxx ile buluşmadıkları birgün, onun neden hayatında olduğuyla ilgili bir muhasebe yaptı : Sağlığı sıhhati yerindeydi, ve istediği herşeyi yeyip içtiği halde hiç hazımsızlık çekmiyordu. Zaten DoH'un kilosu hiç değişmez, şişmanlamazdı. Sırım gibiydi. Kendisiyle bir pazarlığa oturulsa herhangi bir meta teklif edilemezdi, çünki, para ile işi olsa bile paraya tapmazdı. Ülkenin herhangi bir ilindeki "başka meyhaneler - içki içilebilecek dereler ve piknik alanları - başka başka kadınlar" ve daha başka sıradışı işler ilgi alanının orjiniydi. Parmağındaki ülkücü yüzüğünü oynattı, gömleğinin yakasını gevşetti, birasından köpüklü bir yudum aldı, çatalıyla peynir tabağına uzandı, peynir dilimi serin – tuzlu - okşayıcı bir gezinti yaptı ağzında önce, sonra dişlerinin arasında pelte gibi ezilerek dağıldı, ve lezzetini yitirince de yemek borusuna gönderildi.



Çek defteri ve koca göğüslü bir sekreteri yoktu ama, "gücüm" dediği bilgi birikimi - kıvrak bir zekası - çelik parmaklıklarla korunan bir özgüveni - ses ve kurşun geçirmez bir ataleti ve "bilumum saçmalıklar arasında yaşadığını görerek evlilik teklifini reddettiği" Türkiye'nin sayılı zenginlerinden bir ailenin kızı olan bir "içki ve seks arkadaşı" vardı. O'nun, DoH – Scp – KS - Jkb'nin hayatında varoluş sebebiyse, herbirinde, ayrı ayrı, "Vedat Didari şiiri etkisi" yapabiliyor oluşuydu…



ScepticaL'e "aptalca bu" diyerek onunla evlenmeyişini küçümseyen FGCMxx, "- O halde ben özgür bir kadın olarak, sen hiç sevmesen ve yasaklasan da dilediğimi yapabilir, gay bir arkadaşımla buluşup onun hazırladığı esrarlı sigarayı içebilir, abartıp bunu sana MSN üzerinden de izletebilirim" gibisinden bir ahmaklığa, (uyuşturucu konusunda daha önceden ikaz edilmiş olmasına rağmen) imza attığında yer yerinden oynamıştı.



Çünki ufak tefek hatalarında onu cezalandırırken DoH, bunun bir intikamın değil ona duyduğu sevginin bir alameti olduğunu muhakkak hissettirirken; uyuşturucu ve uyarıcı maddelere olan düşmanlık hissinin de etkisiyle onu çok dövmüştü. Öyle dövmüştü ki, yürüyemez hale getirip evine - ailesine yollamıştı. FGCMxx'in gerçeği söyleyemeyip onlara "psikopat işte! Sebepsiz dövdü beni!" şeklindeki yalanı ise; medyayı ayağa kaldırıp da ailelerine toz kondurmamak için dayısının el altından gönderdiği sivil polislere "dosdoğru" ne ise onu anlattığında ortaya çıkmıştı Hasan, ve annesi başta olmak üzere tüm aile büyükleri "o zaman dövmüş de iyi olmuş vs." dese de, artık ayrılmışlardı.

Bu ayrılığı da FGCMxx'e yazdığı son eposta'da şöyle dile getirmişti KS : "Issız bir adada tek başına yaşarken altın madeni bulmaya benzer beni sevmek. Fazlasıyla zenginsindir ama harcayacak fırsatı bulamazsın. Yenmez – içilmez - haşlanmaz - kızartılmaz bir zenginliktir avuçlarındaki, okyanusa açılmaya karar verememişken henüz, hiç kıymetim yoktur modern hayat nazarında. Bir sal, küçük bir tekne yapsan "tonlarca ben'i" de yükleyemezsin. Alabildiği kadarını tekneye taşır, yakın gelecekteki zenginliğine ulaşmak için karanlık sulara heyecanla açılırsın ama bu sefer de "ben" eksik kalırım. Yine de razıysan ve yola çıkmışsan, ilk fırtınaya dek "ben'li" hayaller eşliğinde adadan uzaklaşırsın. Gücün yetmezse ve mücadele edemezsen o hırçın dalgalarla, sahip olduğun altından vazgeçmen tek yoludur hayatta kalışının. Direnirsen, bu kez de zenginliğinle batarsın. Mevzuu o ki; ya batacak ya da "ben'li ve zengin" kalıp, anakara’larda harcama sevdasına kapılmayacaktın. Malumun ilamı gibiydi dizginlenemez hırslarla sahiplenmek "eksik ben'i" ve o aymazlıkla da yola çıkışın. Velhasıl sen; "eksik de olsa ben'i" taşırım sanarak, hayatında belki son kez aldanırsın ve bu da ölümüne malolur. Ya fakirin en zengini kalıp okyanuslar aşma fikrinden uzak durmalıydın, ya da, ikimizi de güvenle taşıyabilecek bir gemi inşaa edecek kadar mahir olmalıydın. Ne o? Yoksa sen de "yuva ve dişi kuş - erkek aslanın ava çıkmayış" önesürümlerini "halt" sayanlardan mısın? Yahu zaten bu yüzden ben'siz, işte bu yüzden yalnızsın! Korkarım ki de ancak, azraille oynayacağınız "canın çıksın" oyununda uyanacaksın!!”…



O'na sormak lazımdı aslında böyle bir hareketi, uyuşturucu gibi bir illeti, sırf "can acıtmak" için dahi olsa içmeyi kocasına yapmış olsa tepkisi ne olurdu diye. İnanın ki o lümpen adam, bırakın dövmeyi, yüzleşemez ve bu yapılanı görmezden gelirdi. Ve yine sormak lazım FGCMxx'e, hani DoH'a bir erkek olduğu için aşık olmuşsun ya, peki diyelim. Ülkedeki beyaz şapkalı hackerların en kıdemlisi - en süperi - en beceriklisi - en zekisi - en mükemmeli oluşu falan da seni hiç etkilememiş, peki diyelim. Anlaşılması zor olan şu : Hasan'ı Jakabo'yu ScepticaL'i DevilofHacker'ı, Kelimelerin Sihirbazı'nı birbirinden nasıl ayırdettiğin ve diğer SÖ erkeklerine nasıl benzettiğin? Mümkünlüğü çok zor bir durum bu çünki. İnsanlar bunu ayırdetme konusunda hiç becerikli değildir şu evrende. Rahmetli Işıkara da en seksi erkek seçilmedi mi geçmişte? :).



Diyelim ki sadece "erkek" olarak seçip de birlikte oldun DoH'la, ve köküne kadar da aşık oldun. Fakat zaman geçip de sana anlattıkça "gerçekte kim?" olduğunu, öğrendin ve gayet iyi biliyordun. Sevgiliyken, ya da hayal olarak kurguladığın evlilik döneminde "bilindik bir memur - bilindik bir koca - bilindik bir adam - bilindik bir sevgili" yaşantısı mı umacaktın onunla olan birlikteliğin boyunca?. "Sıradışı ve Sürrealist" beşliyle aşk yaşayıp da, sıradan bir hayat - sıradan beklentiler içine mi girecektin? Gerçi haklısın, kadın denilen yaratığın aşk ve evliliklerden "çok ama çok insani" bir beklentisi vardır : "Her ne yaparsa yapsın, erkeğinin orjininde, odak noktasında olmak ve katlanılmak!" Sıradan erkekler için pek tabii ki kabul edilebilir bu. Ya şu beşli için?. Ve, şu duvara toslayarak da paramparça olur bu arzu zaten : "Kadın kısmı önce bir haltlar karıştırıyor, itilip kakılıp dövüldükten sonra da sevgilisi veya kocasından şikayet etmeyi seviyor, vazgeçemiyor. FGCMxx ise başmızmız - başşikayetçi olmayı seçmiş de bilememiş!" :D



Biten her ilişkiden sonra Jakabo, bir dönemini sıkı muhasebe ile geçirip, "nasıl bir dengesizlik ettiğini" bulmaya çalışırdı. Kadınlarını da, olabildiğince, suçlamalarından yalıtmaya çalışırdı. Sonraları anladı ki, O’nun tepkileri tümüyle "etkiye tepki" imiş, ve KS bütün aşklarındaki sancılı dönemlerde "hızla yaklaşan gel - git'i" kum taneleri ve çakıl taşlarıyla engellerim sanarak geçirirmiş.

"Yüzkarası ancak gözyaşıyla temizlenir" gibisinden birsürü şey anlatmış olmasına rağmen "kontrolsüz ve iffetsiz" bir hayat sürmeye inatla devam eden FGCMxx dahil bütün kadınlarını "birşeyler öğrenme isteklerinin" yoğun oluşunu gördüğü için de seçti ScepticaL. Bedensel çekiciliklerinin yanısıra bu özellikleri de KS için çok önemliydi. Öğretici yanının kesinlikliğiyle de gerçekten çok şeyler öğrendiler. Sonra birgün farketti ki; kadın denilen yaratık öğrenebiliyor ancaaak, uygulama fakiri!

Fakat bu ayrılık döneminde FGCMxx'i diğer kadınlarından ayıracak bir özelliğini de keşfetti. Bu keşif neden bu kadar uzun sürdü tam bilemedi Hasan, çünki, ayrıntıları seziş konusundaki yetileri bazen onu bile şaşırtırdı. Hani şu örümcek adamın "örümcek hisleri" devreye girip de alarm çaldığı anlarda tehlikeyi bertaraf etmek veya konumunu değiştirmek için yaptığı "reflekssi hareketin" kendisinin bile çok sonra farkına varışı gibi çalışırdı önsezileri, ve akıl ile mantık da yol arkadaşlarıydı. FGCMxx ile ilgili olan ve çok geç tesbit ettiği şeye gelince : O, ancak ve ancak "işine geldiğinde ve keyfi yerindeyse" DoH'a muhtaç, işine gelmediği zamanlardaysa kendi bildiğini okuyan bir dişiydi…



İlişkilerinin başlangıç aşamalarında ihtiyatlı – soğukkanlı – ketum - çekingene varan biçimde mesafeli bir hali sözkonusudur Hasan'ın. Karşı cinse "ilgisini" hiç belli etmez. Zaman akıp karşılıklı paylaşımlar artıp da arada "sevgi elektriği" cirit atmaya başlasa bile, en azından, yakasında hep takılı duran "atalet" asla ortadan kalkmayacaktır. Kalktı sandığın an bir bakmışsın ki en ortalıktadır. Özünde cana yakın - talihine sonuna kadar güvenen - yaşamaktan keyif alan birisi olsa da, gizler. Karşı cinsle münasebetlerinin hepsinde romantizm de barındıran serüvenler arar, ki, bunlarda kesinlikle sınır yoktur. Heyecanı ve damak tadı olmayan ilişkileri benimsemez.



Gerçekten - gönülden ve aynı zamanda da derinlemesine seven bir aşıktır, ancak, bir başkasına da kolayca kapılabilir. Çünki macera "o an için" o kadındadır ve onu da yaşamak ister. Küçük bir mimik - minik bir kadınsı eda onu o romantik ilişkiye yöneltecek ve orada "arayışta olduğu prens ve prensesi - kral ve kraliçeyi" diriltmeye çalışacak, ideallerinin çok gerisinde kaldığını hissettiği an ise, "batıcı" durumlara katlanmak yerine, sahip olduğu hırka – don – bira - sigara dörtlüsünü de toparlayıp, yoluna başkası ile devam edecektir. Asla ve asla "tek eş" tamlaması yoktur hayatında bu yüzden. FGCMxx yaşamına dahil olduğunda, FGCM ve FGCMx başta olmak üzere, o güne dek hayatına giren bütün kadınları da birşekilde beyninin – kalbinin - teninin biryerlerindeydi mesela, ve, varsa yoksa "idealler ve onların getireceği muhteşem tatmin" her an "öncelikleri" arasındaydı…



Eli açık, hatta, savuran cinsten bir cömerttir KS, ancak, bir sorun yaşamı boyunca gölgesi gibi olmuştur ScepticaL'ın. Sevgilisine "yağmur yağdırırcasına" herşeyi satın alıp hediye etmek ister mesela, ve aslında verdiklerinin de karşılıksız olduğunu düşünmemek gerekir. Çünki ilişkilerinde güven unsuru ne derece önemliyse, maddi - manevi verdiklerinin karşılığı da "Mutlak Sadakat" olmalıdır. Bahsi geçen sorun ise; basit ihtiyaçları karşılamak dışında "para" ile ciddi manada küs oluşlarıdır :P :D. Takmaz - elinde tutmaz - kıymet vermez - yok diye de gocunmaz…



Aşklarında iki birincisi olan bir yarış peyderbey gözlemlenebilir: Erotizm ve Romantizm. Bu ikiliden biri, dönüşümlü olarak hep ilk sırada, diğeri de atbaşı kadar ardındadır, ve eksikse hasbelkader bir tanesi, diğeri de can bulamaz o ilişkide. Aşk duyduğu ve açıkça sunduğu kadının biraz olsun fiziksel çekiciliği muhakkak olmalıdır, ve ilk hoşlandığı andan itibaren çekim alanında olduğunu - heyecanla "o an'ı" beklediğini dile getirebileceği halde yapmaz, parnterini o hale getirmek için bilgi birikimi - akıl oyunu - vizyonu da vardır, fakat, hiç talepçi pozisyonuna düşmez, veya talepçiyken bir bakmışsındır ki sahip olduğu zihin atılganlığının ürünü bir paradoksla "talep edilen" konumuna yükselivermiştir. Aşk ve onun kankası Seks, ScepticaL'in yaşamının en önemli olmasa da "çok önemli" argümanlarıdır. Taaa "ilk aşk" zamanından gelen argümanlar hem de…



İlk öpüş - ilk sevişme - ilk cinsel birliktelik ne harika şeylerdi. Çok güzel hislerdi. Gelgelelim "ilk aşkının da" tüm diğer kadınlar gibi avanak - kolay kandırılabilir - samimiyet ve ilgi budalası - korunma ve gözetilme açlığıyla kıvranan, sıradan bir dişi olduğunu keşfettiğinde, uzunca bir dönemini "daha güzel bir kadın bulsam ne olacak ki? O’ndan da en çok birkaç yıl sonra bıkmayacak mıyım, bunalmayacak mıyım sanki? Ve artık eminim ki "Aşk" da tarih gibi "tekerrürden ibaret bir olaylar silsilesi", ve benim arzuladığım "zeka ve doyuruculuğa sahip bir kadın" bulup da aşık olmam büyük ihtimalle imkansız!" düşüncesiyle geçirdi. Sonra birgün, aniden, uzandığı yatakta irkildi, ve beyninin en dipteki kıvrımlarında "kocaman ve cevabı zor" bir soru dirildi : "Öyle bir kadın ya varsa, ve şu an bu dünyadaysa???". Fırladı.

Bu fırlayış ta kırklı yaşlarına kadar uzadı ve "O"nu aradı. Ne var ki; sayılarını unutmuş olsa da, bulduklarıyla yaşadığı her "aşk'ı" hayallerle başlayıp, "şehvet ve elvedayla" sona erdi. Ancak, "Şeytan'la ortak buğday eken sadece samanını alır" sözünü yerden yere vurduran FGCMxx "güzel" olmaması yanında, erotizm ve romantizm rüzgarları da estiremese bile bulunduları ortamda, yeri bir başkaydı "beyin" olarak DoH'un gözünde. Tabii ki bu noktada "Jakabo'nun da kusurları yoktur" demek abes olur. Ancak Hasan bunları bazen "sadece ve sadece derin bir sükut ile" öylesine ustaca saklar, ve önlerine granit soğukluğundaki bakışlarını duvar ederdi ki, bu kusurların en büyüğünü bile azıcık olsun sezip de yüzüne vurmaya yeltenen FGCMxx, oturmadan ziyade "adeta bir yığılma edasıyla" kalkıştığı yere mıhlanır kalırdı, ve ScepticaL hiç de aşık olmadığı bu kadından, çokça sinirlendirse de, farklı bir şekilde haz alırdı. Öyle ki; onunla gezip tozup içtiklerinde hallerine bakar bakar "alınlarımıza "kamuya açık yerlerde dolaştırılmaları tehlikelidir" diye yazsalar, ve bizi zorla bir eve kapatsalar yeridir ha, çünki, aklı başında hiçbir doktor şu iki çatlağı akıl hastanesine sokup da delilerin ruh sağlığını riske atmaz :D" diye düşünür, bağırıp çağırmışsa bile daha yeni, tutar FGCMxx'e gönülden bir sarılırdı. Ne var ki, o çektiği sopa, işlediği suça rağmen ağır gelmiş ve ayrılmışlardı…



Hemen hemen hergün buluşup bira içen ve muhabbetler eden birileri için fazla sayılabilecek bir "uzak durma" döneminden sonra, hiç ummadıkları bir anda karşılamışlardı. Fakat FGCMxx adı kadar emindi ki, Sherlock Holmes becerikliliğindeki şu adam tezgahlamıştı ansızın gerçekleşen bu denkgelişi. Öyle ya, yapabilirdi, tanıyordu. Çünki O, bilgisayar denilen ve "dibi bucağı ayrıntı - ince planlama" olan alete, neredeyse, "tuval üzerine müziğin bile resmini yapabilecek meziyete sahip bir ressam" kadar hakimken, bunu da yapabilirdi. O an; Hasan'dan - Jakabo'dan - ScepticaL'den - DevilofHacker'dan - Kelimelerin Sihirbazı'ndan nefret etmesi gerektiğini düşündü hemen, çünki haklı dayanakları vardı; ama yapamıyordu.



Karşılaştıkları AVM'nin merkezi yayın sistemindeki müziğin ağırlaşması aldatıcıydı, çünki, fırtına öncesi sessizlik misali yavaşlamıştı müzik. Sonra dans başladı. İsimleri "DoH ve FGCMxx'in kalpleri" olan içiçe iki hulohop o yavaş müzikte müthiş bir hızla dönüyordu. Hız o seviyeye ulaşmıştı ki, sanırsın hiç hareket etmiyor ikisi de. Kalpten hulohoplar birer yıldız gibi aydınlatırken ortamı, AVM'de çalan parça sona erdi ve FGCMxx aklından şunu geçirdi : "Bu serseri onunla neden evlenmemişti ki???"…



Bir ikiz kardeşi olmasına rağmen mutsuz - yapayalnız geçen çocukluğunun - gençkızlığının öcünü kimden ve nasıl alacağını hiç bilemiyor, herhangi bir ortamda ve herhangi biriyle tartışıp arıza çıkarabiliyordu FGCMxx. Yaşı ortahalli olana dek sadece iki erkeği "gönülden ve çok ama çok" sevmişti.

Birincisi; içine düştüğü bunalımlar sonucu, köhne bir otel odasındaki kalorifer borusuna kendini asarak intihar eden babası, ki, onun ölüm şeklini üstünden 20 küsur yıl geçmesine rağmen internetin gizli dehlizlerinden Hasan çıkarıvermişti de öyle öğrenebilmişti;

İkincisi de DoH'tu. İkisi de onu farklı versiyonlarla da olsa terketmişti.

Babası daha küçüklüğünde ve minicik bir kız çocuğuyken, KS ise tam da bir erkeğe "olgun bir kadının tutunuşlarıyla" sıkı sıkıya bağlandığı bir dönemde. İki terkediş arasında tuhaf bir ilinti, tuhaf bir de ayrım vardı : Jkb ile olan birlikteliği çocukken beyin – ruh - kalbini kanatan yarayı iyileştirmiş, fakat gidişiyle birlikte yara yeniden açılmış, hatta çektiği acılar 2-3 kat artmıştı. "DoH bunun farkında bile değildi belki" diye düşünmeye yanaşmadı çünki onun "farkındalığı" azami seviyededir, bilirdi. Hasan'ın canlılığı – enerjisi - duygu yükü – dürüstlüğü - ketumluğu ve hepsinden önemlisi de cesur oluşu, babasından sonra sıkıntılar içerisinde debelendiği günlerini bile ona unutturuveriyordu, ama işte FGCMxx'i birgün ScepticaL de kendi kendine bırakmış, "bir kadın" olarak defterden silerek sevişmemişti bile çok uzun süre. Kopmuştu.



Halbuki; bir ortaokul arkadaşını facebook denen çöplükte yıllar sonra bulsa, artık doktor olan arkadaşını Ataşehir'deki evine çağırsa, adam anestezi uzmanı oluşundan ve "Sen mutfağa gitme, içkileri ben hazırlayacağım" diyerek FGCMxx için hazırladığı Absolute Votka'nın içine bayıltıcı bir ilaç koyduğunu ve kendisine tecavüz ettiğini iddia etse bile; Hasan'ın Bora isimli o "kamu zararlısı böceği" arayıp aklını almasından sonra konu yargıya bile yansımış olsa da, onunla yaşadığı cinsel birlikteliğin "isteyerek olma ihtimali" her daim varolsa da, n'olurdu ki yani? Bir kadın bu ve esrar içme gibi sebeplerle dışlanabilir miydi? Babası cennete gitmiş ve geri gelmemişti ama, Scpt anılarıyla hep belleğinde kalmış, hatta şu AVM'de de karşısına çıkıvermişti.



Ayrılık sürecinde sadece iki kez görmüştü onu. İkincisindeyse kesin olarak "bir daha görüşmemeleri" konusunda kararlar almış, ve DoH'a da söylemişti bunları. O ise küçücük bir tebessüm etmişti. KS'nin lakırdı ve davranışlarının akabinde, mantığı - genel geçer kuralları - örfleri ve adetleri bir kenara ittiriverecek, hatta halı altına süpürtecek güçte bir atmosfer oluşuyor ortamda FGCMxx de direnemiyor, çekim gücüne kapılıyordu. Yanlıştı, görüşmemeliydiler! Aslında, O'nu kaybetmekten veya kaybetme tehlikesinin adını bile diline dolamaktan korktuğunu kendine hiç itiraf edemiyordu, fakat, evet evet, DoH'u bir daha hiç görmemeliydi. Kararı buydu ve kesindi! Fakat bu kararı, Hasan'ı hesaba katmadan, kendi başına almıştı, tutar mıydı?...



KS'nin ona gönderdiği felsefe – parapsikoloji - insan psikolojisi ağırlıklı mailler için "yalan dolan" demişti de geçmişte, "Yalan dediğin o gerçekleri bal gibi de seviyorsun sen. Gerçek yalanlara çok sık başvursan da, aslında onlara karşısın. Nasıl da kendini yadsıyorsun. İnan ki bütün ömrün boyunca Spiritüelizm - Reenkarnasyon ve benzeri şeylerle ilgilenmiş olmana şaşıyorum" gibisinden bir yanıtla karşısına dikiliverdiğinde, birkez daha aşık olmuştu ona. Ama yiğitliğe bok sürmemek için, inat olsun da DoH delirsin diye, "- Ben de senin programcılıkta niçin başarılı olamadığını iyi biliyorum. Neden hep bu saçma sapan konulardan bahsedip de, bir erkek ve bir kadının hem seks yapıp hem de normal arkadaş olamayacağı tezini sürekli ortaya atarak benimle sevişmiyor, azmış olduğun anlarda bile el sürmüyor, beni becermiyorsun? :(" demişti.



Cezalandırıcıların şeytani keyfiyle sırıtmıştı Jakabo. O'nun kirli dişlerini göstererek sırıtışı daha bir sihir dolu şevkle konuşmaya itmişti FGCMxx'i : "- Şu senin zırt pırt bahsettiğin "Sevmek" kelimesi, garip olduğu kadar da çirkin duruyor ağzında biliyor musun? Çok matah birşeymiş gibi geliyor ilk anda insanın kulağına, ama senin gibi yazarlar bu kelimeyi kullanınca utanç duyuyorum. Çırılçıplak soyunup kolayca sarfediyorsunuz o sözcüğü bol keseden. Hele hele şairler! Onlar daha acımasız, daha arlanmaz! Ve sen hem yazar hem de dilediğin an şairsin kahrolası herif! Şu farklı "Sevmek" anlayışını da al ve git!!! :((("…



Gitti DoH Ve bira içip bikaç tane, uyudu.



FGCMxx'in ertesi gün zır zır aramasıyla da uyanıp, bu sefer cep telefonunu kökten kapatıp yine uyudu. Umuyordu arayacağını, hep böyle yapardı. Önce bir haltlar karıştırır, sonra fırça ya da sopasını yer, uzunca birsüre "dayak yemiş köpek enciği gibi" küskün bakar, ufaktan ufaktan "takındığı bütün şirinliğiyle" de sokulurdu Hasan'a…



Körü körüne ve inandığı bütün değerleri silme pahasına, içindeki bütün olmaz - olamazları bastırarak elde etmeye çalışmıştı FGCMxx'i Jakabo, ve işte tamamdı, herşey arzuladığı gibi olmuştu. Onun teslim oluşu öyle ani olmuştu ki, neredeyse kendisinin hiç rolü yokmuşcasına kolay bir zaferdi. FGCMxx tam anlamıyla verivermişti ScepticaL'e kendini. Zerre miktarda çekingenlik – tereddüt – utanma - acaba duygusu göstermeden hem de. KS bir yol hazırlamış, FGCMxx de "hay hay" diyerek o yolu bir solukta arşınlamıştı. Bu ise Hasan'ın övünmesi veya sevinmesi gereken durumlardan değildi, aksine üzüldü. Çünki, bir kadının, erkeğini üç şekilde doyurabileceğini düşünürdü her zaman DoH : Kültürel – Duygusal - Cinsel.



Hepsi ayrı şeylerdi ve tek bir kadında aynı anda bulunabilirler miydi? Biri veya birkaçı eksik olduğundan mıydı FGCMxx'in çabucak teslim oluşu? Veya DoH'a bu üçlüyü aynı anda sunabilir miydi? Bırak FGCMxx'i, yeryüzüne bu üç meziyete de sahip bir kadın gelmiş olabilir miydi? Yanıt "Hayır" ise Jakabo'nun FGCMxx ile yeyip içme - gezme konusundakı ısrarının altında yatan "Semavi esrar" neydi??!...



Çok sinirli bir halde gelmişti Hasan Erdinç isimli arkadaşının internet kafesine :

"- Senin bu dayın var ya, çileden çıkardı beni birader! Hadi işsiziz dedik, hem onun hem bizim işimiz görülsün ve arada da sen olduğundan çalışırız özveriyle dedik ama şu halimize bak!".

Balya ilçesinden gelirken yorgan – yastık - battaniye gibi şeylerini alelacele tıkıştırdığı çuvalı kafenin bir köşesine atıvermişti kan ter içindeki ScepticaL. Ve hararetli birşekilde dayı ile yaptıkları kavgayı anlatıyor; bilgisayar programcısının kendisi olmasına ve yeni kurulan taşıyıcılar kooperatifi için altyapısı - üstyapısıyla profesyonel bir yazılım hazırlıyor oluşuna rağmen Erdinç'in dayısının ahkamlar keserek ona "- Hani yahu, 1 haftadır hiçbir iş yapmamışsın sen?!" tarzından konuşması; o soğuk ofiste ve o küçücük ilçede yarı aç yarı tok da olsa çalışıyor olmasına rağmen, asıl mesleği kamyon şoförlüğü olan o kertenkele suratlı herifin KS'nin oraya hatır belasına geldiğini unutup da "Abdal ata binince bey, şalgam aşa girince yağ oldum sanır" sözünü tasdiklercesine patronluk raconları kesmesine çokça kızmıştı. Bir yandan yaşananları Erdinç'e hiddetlenerek anlatırken, bir yandan da FGCMxx'e "- Gel beni çarşı merkezinden al da gidip biryerlerde bira içelim. Moralim çok bozuk!" şeklinde SMS atmış, onun gelmesini bekliyordu arabasıyla. Böylece çuvalı da taşımak zorunda kalmayacaktı sırtında…



Bir torba dolusu birayla gitmişlerdi her zaman takılıp içtikleri ve sohbet ettikleri eski dokuma fabrikasının arkasındaki koruluk araziye. Yine sohbet ettiler, yine içtiler ama konu daha çok Hasan'ın uğradığı haksızlık ve Erdinç'in dayısına olan kızgınlığıydı.

Cahil bir adamdı dayı, ve annesi olmasa çoluk çocuğu da aç kalırdı. Bir dönemini aylak aylak kahve köşelerinde plan - hayal ikilisiyle geçirir, sonra da aklına en yatanını uygulamak için borç harç demeden piyasaya atılırdı. Zaten, istisnaları saymazsak; cahillik önce vurdumduymaz sonra da tembel eder, ve birsüre geçince amaç "aynı kaygısızlıkla para ve güç sahibi olmak maksadıyla harekete geçerek bitakım işler yapmaya" dönüştüğünde, işte o andan itibaren cahil insan "tehlikeli" sınıfına terfi etmiş demektir. Ya elimine edeceksin ya da sevdiğin herşeyi onun mıntıkasından uzaklaştırıp, hiç olmazsa onlara büyük iyilikler yapmış olacaksın.



İşte; yarım trilyonluk borca girip "sözde" bir kamyoncular kooperatifi kurup, Türkiye'nin bilindik bir maden şirketine bile rest çekerek onun nakliyesini "külhanbeyi edalarıyla" yüklenmek isteyen şu "cahil ama cüretkar Mehmet Dayı" ScepticaL'in bütün moralini yerlebir etmiş, onu teskin etmek veya sinirli hallerini yumuşatmak görevi de FGCMxx'e düşmüştü. Birkaç saat kadar içtiler orada, sonra sıkıldılar ve Jakabo'nn mahallesini en yukarıdan gören bir tepeye çıkarak, kalan biraları da oradaki şehir ışıklı manzara eşliğinde yudumlamak için arabanın direksiyonunu mahalle içine kırdılar. Pazar yerinden geçerken de KS'nin çocukluk arkadaşı olan ve mahallenin en işlek kahvesini çalıştıran Serkan'a rastladılar.



Annesini ve babasını küçük yaşta kaybedip, kardeşiyle yarı aç yarı tok bir yaşam sürmüş, haddinden fazla ezilmişken hayatta, yine de "Düğüne gider zurna beğenmez, hamama gider kurna beğenmez" ayarında biriydi Serkan. Normal şartlarda, benlik ve kişilik gelişiminde rol oynayan etmenlere bağlı olarak kendini akılsız – şanssız - olumsuz görenlerle; kendini akıllı – yetenekli – sevimli - yakışıklı gibi tümüyle olumlu görenler arasında bir yerdeydi Serkan'ın ruh hali çocukluğundan beri. Öyle ki; birgün içki masasını salya sümük halde hüzne boğarak "öksüz ve yetim büyümüşlüğün" onu ve kardeşini perişan ettiğinden yakınıp ağlanırken; ertesi gün ise yanındakilere karşı kendini beğenme – kıskançlık – haset – cimrilik - kin dolu oluşları alenen sezilebilecek cümleler eşliğinde, küçümseyici tutumlar sergilerdi.



Uzun yıllar aşçı yamaklığı yaparak kazandığı paralarla mahallenin en merkezi yerindeki kıraathanesini devralmış, bir köşesine kurduğu akvaryum ve muhabbet kuşu kafesleriyle de kazançlarına kazanç katmış, hem kendine hem de kardeşine "konforu küçümsenemez" bir yaşamı sunabilmişti onca yıl çektikleri sefaletten sonra. Konfor dedikse, bir devlet memuru kadar olanından bahsediyoruz bu noktada. Gelgelim Serkan bu sahip olduklarından dolayı sürekli mağrurlanıyor; yeni yükselenlerin "eskiden beridir yüksekte ve zengin olanlarından daha tehlikeli" olduğunu her konuşmasında açık açık beyan ediyordu sanki çevresindekilere. Buna rağmen insanlara kalıcı zararlar verdiği görülmemişti…



Serkan'ın davetini kabul edip kahveye girdiklerinde, onun zaten içmekte olduğunu ve müşterileri gönderdikten sonra bira eşliğinde tek başına kafa dinlediğini gördüler. Birer tane de FGCMxx ile DoH'a ikram etmişti, ve ellerinde biraları olduğu halde önce akvaryumdaki balıklarla sonra da birbirinden renkli muhabbet kuşlarıyla oynaştılar. Fakat Serkan'da anlaşılması güç bir hiperaktivite vardı, ve sadece ScepticaL farkedebiliyordu onun ruh halindeki saldırganlığa varan tedirginliği.



Çünki; pişti oynamak için telefonla çağırdıkları Fatih ve Sami isimli arkadaşları dahil masadaki herkes, Serkan'ın oyun esnasındaki agresif hareketlerini her zamanki tempolarına benzetmiş, ve yenen takımın yenilen takımı kızdırdığı normal bir oyun zannetmişlerdi. Yanlarında FGCMxx gibi sosyetik bir bayan olmasa da birbirlerine sınırları zorlatırcasına takılırlar, piştiden anlamadıklarını öne sürüp alay ederlerdi hep. Fakat, bütün moral bozukluğuna rağmen farketmişti ki Jakabo, Serkan'ın hareketleri o gece "bir başka" tuhaftı.



Serkan'a "- Birader geç oldu, bu saatte açık büfe zor buluruz, biz gidelim" gerekçesini sunan KS'ye, "- Bizde çevre var oğlum. Senin gibi asosyal değiliz. İstediğim birayı alacak birsürü adamı yatağından kaldırırım ben her vakit" diyerek ilk arızayı yapmıştı Serkan.

Çünki; kendisine "aptalın tekiyim ben" veya "bu yaptığım öküzlüktü" dediğinde birisi, sen de kalkıp aynı şeyi söylersen, kavga çıkartırsın. Doğru olan, "- Yok canım, kendine haksızlık etme" tarzı cümleler sarfetmektir. Aynı şey birinin diğerini kandırması veya üçkağıt yapması için de geçerlidir. Bazı şeyler sadece yapılır veya onaylanır belki, ama asla dile getirilmemelidir.

Hasan'ın asosyal oluşu ve PC başından ayrılmayışı zaten ortadayken, altlarında son model araba da varken ve onunla gidip bira alabilecekken, Jakabo'nun bu eksik yönünün üzerine basarak caka satmanın ne anlamı vardı ki şimdi?



Pas geçti DoH bu hareketi mecburen, çünki, gerçekten de telefonuna sarılan Serkan'ı kırmayan bir büfeci gelmiş ve koca bir torba bira temin edilmişti. Az önce sözü edilen tepeye sadece FGCMxx'le değil de, 4 kişi olarak gidildi.



İçilen her yudum birayla, Serkan daha bir cüretkar, daha bir "ne dediğini bilmez" hale geliyordu. Üstelik de gereksiz yere ve abartılı biçimde öfkeliydi. Aslında DoH da çoğunlukla kendini tam manasıyla ifade etmeyen biriydi can sıkkınlığında, ama, bazı komplekslere sahip SÖ'lere özgü bütün ezikliği hissetse de, tam iki katı da öfkeyi barındırırdı.



Bir yere ait olamama duygusu ve içine girmek istemediği toplumdan intikamını almanın, ya da, onları yönetmenin; ve yönetirken de buğuz etmenin yolunu bir başka formülle halletmeliydi, ve bu yol da sanal ortam olabilirdi. Fakat Serkan, konuştukları konu ne olursa olsun öne fırlıyor, yüzünü fırtına bulutları karartmışcasına "yıkıcı ve aşağılayıcı" kelamlar ediyordu.



Mesela, aklına, yıllar önce mekanına oturup da içtiği çayların parasını vermeyen ve birsürü racon kesen mafya elemanları geldiğinde, FGCMxx - Jakabo ve Büfeci Faruk'a, "- Göreceksiniz, onları da asıp keseceğim, analarını s..eceğim!" dediğinde; sırf biraz daha gönlü olsun diye dediklerini onaylar bir edayla "- Yaparsın sen canım kardeşim, onlar kim ki? Vs." diyen Hasan'a, "- Ulan sen çocuk mu avutuyorsun, yaparsın maparsın diyerek haa?!" gibi aptalca tepkiler gösterdiğinde, işlerin sarpa saracağını çoktan sezmişti ScepticaL, ama, Serkan'a söz geçirmekte zorlanıyordu. Oysa sanaldaki kurbanlarıyla arası böyle değildi…



Güzel bir sonuca götürmüş olsa da; neden ilk anlarda yaptığı kötülüklerin bedelini ödetmek - perişan etmek - süründürmek sevdasına kapılmadı hiç kurbanları mesela? Çünki Jakabo onların karşısına binlerce iyi arasından herbirinin işine farklı farklı yarayacak olan "İyi" ile çıktı. Onları kaderin karşı konulmazlığı derecesinde özgür bıraktı, ancak, önlerinden de "şartlar ne olursa olsun sevdiği erkeğe bağlılığını sürdürtecek olan "kadın kalbine" hitap edermişcesine etkileyici ve sihirli" doyuruculukları hiç eksik etmedi, ipleri daima ellerindeydi. Gelgelim bütün bunlar o gece Serkan'a sökmedi, etki etmedi. Aksine, Hasan'ın telkinlerine, yüzünü zehir misali yakan bir osmanlı tokadıyla yanıt verdi…



Serkan'ın, çıkan küçük sürtüşmelerden dolayı DevilofHacker'a attığı tokattan sonra "Allah'ım, ne işim var benim burada, gecenin şu vaktinde?" sorusu, geceli gündüzlü yaşadıkları 1,5 yılın ardından ilk kez geldi FGCMxx'in aklına. Çünki, Taksim meydanında içerlerken, bir İran'lı herife uyup da ortadan kaybolmuş, onca kalabalığın içinde KS onları bulduğunda ona bağırıp çağırıp bir de tokat vurmuş, taksiye atlayıp eve geldiklerinde de "- Sen bana vuramazsın, vurdun, ben de sana vuracağım" diye tutturmuş ve Jakabo'ya tek bir tokat atmakla da kendini önce hastanede sonra de ettiği şikayet neticesinde İçerenköy Polis Merkezinde bulmuştu ilk kavgalarında. Yani tokat ScepticaL için büyük hakaretti ve affetmezdi. Şimdi Serkan'a kimbilir neler ederdi. Fakat, bir heykel gibi donup kalan FGCMxx'in korktuğu olmadı…



Sesinde çok gizli bir öfkenin varlığı az da olsa hissedilen Hasan, daha yüksekten parlamak yerine, sağduyusundan imdat istedi, ve karşısındaki 25 yıllık arkadaşına olan kızgınlığını soğukkanlılıkla gidermek adına "- Çok sarhoşsun Serkan, keşke vurmasaydın! Şimdi gidiyorum, ama, yarın sabah tavla oynamaya geldiğimde bil ki şu yaptıklarının utancıyla yüzüme bakamayacaksın!"

Sonra da ön koltuktaki biraları yere bırakmasını söylediği FGCMxx'e haykırırcasına seslendi : "-Gidiyoruz buradan, bin arabaya!".



DoH'un emir edası taşıya sesin öylesine etkiliydi ki, şöyle bir titreyen FGCMxx, kesinlikle kendinin olamayacak bir ses tonuyla "- Tamam" diyebildi ve bir panikle arabaya bindi. Sürekli kullanmadığı için kontak anahtarı - vites kutusu, kolu - aynası vs. neyi varsa yabancı olduğu arabayı çalıştırmak için mücadele ederken DoH, acısının çoktan geçtiği fakat aşağılanma hissinin yüreğine çöreklendiği tokadı düşünüyordu bir yandan. O alçaltıcı tokatın gölgesinde de kendine bir "aferin madalyası" takmalıydı, çünki öfkesi tavandayken bile sabredebilmiş, Serkan'a birşey yapmamıştı. Hay Allah, şu kontak deliği nerdeydi yahu, bir an önce arabayı çalıştırıp, herşey bu noktadayken buradan ayrılmalıydı…



Jakabo arabayı çalıştırıp biran önce oradan gidebilmenin paniğindeyken, sağ arka kapı açıldı bir hışımla ve Serkan içeriye daldı. Ağzında da "bin kez söyle eşeğe, bir dirhem inmez aşağıya" sözünü doğrultacak cinsten hakaret ve küfürler vardı.



"- Lan anasını s..tiimin çocuğu sen gitmek için benden izin aldın mı lan? İn lan aşağı, seni bidaa tokatlıcam! Zaten var ya, sen bundan sonra benim şamar oğlanım oldun lan artık! Seni hergün tokatlıcammm!!!"…



Kontak anahtarıyla uğraşmayı bıraktı DoH. Zaten artık FGCMxx’in yanındayken sürekli kimlik ve kişilik karmaşası yaşayıp duran beşli'den de eser kalmamış, meydanı da sahneyi de DoH doldurmuştu.

Şu andan itibaren de, diğer kişiliklere; bilgisayar kullanıcısının isteği dışında web tarayıcı pencereleri açarak çeşitli sitelerin reklamını yapan, veya zararlı sitelere yönlendiren reklam yazılım programları (ADWARE) gibiymişlercesine davranmaya kararlıydı.

DevilofHacker'a göre; Jakabo – ScepticaL - Kelimelerin Sihirbazı - Hasan dörtlüsü bir araya gelse ve günlerce istişare etse, Serkan'a "- Hoop kardeş!!! Bu dünyada sadece anneliğin son kullanma tarihi yoktur! Arkadaşlığımızın son kullanma tarihi az önceki söylemlerinle ve kafama ikinci kez attğın tokatla sona erdi!!!" diyemezlerdi. Bunu Serkan'a söyleyemediğimizde, bizi hayvanların üstündeki bir seviyeye çıkaracak olan tek şeyimiz, yani "vicdanımız" nasıl rahat etsindi?

Öyle ya; vicdan çalışmazsa ve korkarsa, insan kendine olan saygısını yitirirdi. Oysa; Jakabo gülmek, eğlenmek - ScepticaL kara kara düşünmek - KelimelerinSihirbazı yazdıklarından dolayı övülmek, ve Hasan da taşıdığı bu beş yolcuyu "gemiyi batırmadan yüzdürmek suretiyle" yaşatmak derdindeydi ve DevilofHacker artık yönetimi ele geçirmeliydi…



Eli cebine gitti ve Osmanlı Kültüründen gelen "çakı taşıma" adeti ilk kez bir "can alma" işi için kullanılmaya şu an namzetti. Mantar toplarken veya meyve soyarken kullandığı çakısıyla gözgöze geldiklerindeyse; DoH'un gözleri "ışık saçan bir canavar gözü gibi" çakının keskin yüzüne doğru açılıp kapanmış, Serkan'ın öldürülmesi konusundaki anlaşma saniyenin binde biri kadar bir zaman diliminde sessiz sedasız yapılmıştı. Bir ozanın kalbi gibi ışık ve duyarlılıkla atan kalbi, şimdi bir suçlununki gibi arsız bir panikle atıyordu DoH'un, ve sol eliyle gömleğinin yakalarından sıkı sıkıya tuttuğu Serkan'a sokuverdi çakının soluk çeliğini…



Bağırsaklarına yediği ilk darbeyle faltaşı gibi açılmış olan gözlerinde öyle bir dehşet ifadesi vardı ki Serkan'ın, gören, ölümden beter bir korku geçirdiğini sanırdı. Açılan yarıktan kan boşalmaya başladığında, göz göze ve burun buruna bir halde konuştu DoH :

"- Horozca aklın yok muydu vaktinde öteydin, küfür etmekle de en büyük hatayı ettin!



"-Affet" dedi Serkan yalvaran bir sesle;

"-Affet Hasan abi, evet hata ettim, nolur affet beni."



Yarımağızla bir kelime döküldü dudaklarından DoH'un :

"- Geçti! "



Sonra çakısını Serkan'ın et ve deri bulunan heryerine vurdu bedeninin. Hedef gözetmeden, vurdu, vurdu, vurdu...



Dayanamadı, 25 yıllık arkadaşını, arabanın arka koltuğunda liğme liğme keserken; onun da yumruk attığını sanarak sol arka kapıdan dışarı çekmeye çalışan Büfeci Faruk'un bacaklarına da "- Lan ben burda meşgulken, iğnesiz arı gibi ne çekiştiriyon lan sen beni arkamdan!" diyerek, iki bıçak darbesi de onun bacaklarına vurdu.



Hırsı ve öfkesi dinecek gibi değildi, ve zaten yediği çakılardan dolayı şaşıran - aklı giden - koşmaya başlayan Faruk'un peşine takıldı, ama, 100 kiloluk bedenle 50 kiloluk adamı yakalamak çok zordu. Bir futbol sahası kadar mesafeyi afrikalı atletler hızında kaçan Faruk'un peşini bırakarak, son nefesini vermek üzere olan Serkan'a, arabanın arka koltuğuna geri döndü...



Belki de, yediği 25 çakı darbesinden sonra Serkan çoktan ölmüştü.

Onu arka kapıdan yere indirdi ve cansız bedenine doğru eğilerek,

"- İyi halt ettin!!! " dedi…



DevilofHacker'in sokaktaki "Ben"i de, sanaldaki "Ben" i kadar kıyıcı olabileceğini gösterirken, FGCMxx ise arabanın kapısının eşiğinde ve hayretten donakalmış birşekilde aşık olduğu adama "ne yaptın?" gibisinden bakmaya çalışıyordu.



Sesinin alaylı ve sivri tonu kendisinin de hoşuna pek gitmeyerek, neredeyse bir tesbih böceği gibi dertop olmuş ve titreyen FGCMxx'e söylendi DoH :

"- Ölüm hastalığı iyileşmez kadın! Ve Serkan az önce o hastalığa yakalandı. Bin arabaya da gidelim!!! ".

DevilofHacker onun konuşacağını ve dilinin dolaşacağını sanırken, ortalığı kan gölüne çeviren bir vahşete tanık olan FGCMxx onu bile yapamadı ve sadece başını aşağı yukarı sallayabildi "olur" anlamında…



Yaklaşık 1 saat süren ve güzergah gözetilmeyen araba yolculuğundan sonra teslim olma vakti gelmişti. Aracı sağa çeken DevilofHacker, FGCMxx'in elini koparırcasına tuttu ve avuçlarının arasında ezici bir kuvvetle sıktı. FGCMxx'in eli, pamuğa benzeyen beyaz ellerin demirimsi kıskacında ezilirken DevilofHacker konuştu :

"- Uzunca bir süre görüşemeyeceğiz. Senden tek isteğim, ailenin vermiş olduğu burslardan Memo'nun eğitimi için de birşeyler ayarlaman. Ve mahkemede anlatacaklarının tümünün "dosdoğru ne ise" onun olması. Tamam mı?".



Başını da sallayarak tamam dese de FGCMxx, DoH'a tek bir mektup bile yazmayarak, ve Memo için kılını bile kıpırdatmayarak onca yıl, kendisine yakışanı yaptı…



DevilofHacker, "Cehenneme ateşi herkes kendi götürür" diyerek ayaklandı ve jandarma karakoluna doğru yol aldı...



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{54}

**********



CEZAEVİ

***********



"SENİN HER YASANA UYACAĞIM,

KÖLEN OLACAĞIM,

ELLERİNİ AYAKLARINI ÖPECEĞİM,

AMA KORU BENİ," DEMİŞSEN DE;



KANUN KOYUCU "KORUMA" KISMINI

KENDİSİNİN GERÇEKLEŞTİREMEDİĞİNİ NAZARA HİÇ ALMADAN,

TUTUP SENİ, HOŞGÖRÜ – DEHŞET – YIKIM – TİKSİNTİ

DOLU BİR DÜNYAYA KAPATIVERİR.



BU ÖYLE BİR DÜNYADIR Kİ;

ORADA AZICIK HUZUR VE BİRİKİ DÜŞ DAHİ

SANA ÇOK GÖRÜLÜR,

SİNİR VE ÖFKE

AKILDAN HEP BİR ADIM ÖNCEDEN HAREKETLENİR.



ŞU HAYATTA, GAYET DENGELİ BİR GEMİNİN

BELLİ BELİRSİZ SALLANTISI AYARINDA

MEST OLMAYI UMAN SEN,

O DÜNYAYLA BAŞBAŞA BIRAKILINCA,

HANGİ BİÇİMDEKİ OLAYIN

HANGİ ANDA PATLAK VERECEĞİNİ BİLEMEYİŞİNE BAĞLI OLARAK

HİÇBİR TEDBİRE BAŞVURMADAN,

TAMAMEN RASTLANTISAL VE AMAÇSIZ BİR ŞEKİLDE

CANLI KALMAYA ÇALIŞIRSIN.



SADECE "CANLI" KALMAYA...



***





O ya da bu sebeple cinayet işlenir, akabinde yüce mahkeme kurulur. Devlet – taraflar – ebeveyn - akrabalar da hep oradadır. Sanık, sandalyesine ilişir, ve sözde, "kılı kırk yararak" yargılanır. Orada, o sandalyede sanık tek başına oturur, ama, hüküm giymesi ve hapsedilmesi gereken sadece o değildir. Bu gerçek her zaman es geçilir, görmezden gelinir…



Serkan saatlerce uğraşmama - vazgeçmesi için ikna etmeye çalışmama - kendisine çok kızdığımı ve ciddi zararlar vermemi istemiyorsa tavırlarını düzeltmesi ve küfür etmemesi gerektiğini defalarca söylememe - bana vurmasının ise en yanlış hareketlerden birisi olduğunu üstüne basa basa belirtmeme rağmen beni küçümsedi – dinlemedi - ciddiye almadı ve öldü…



"Ciddiye almamak!". İnsanoğlunun huyudur bu…



Bütün semavi ya da felsefi dinlerde bahsi geçen "Mehdi – Mesih - Budha"nın kıyamet öncesi dünyaya döneceğine ve mucizeler göstereceğine - insanları uyaracağına falan yürekten inanır herkes, ama, biri çıkıp da "- O beklenilen Mesih ben'im!" şeklinde feryad ettiğinde uluorta, insanlar tutup onu akıl hastanesine kapatır. İnanmaz, dinlemez, ciddiye almaz.

Bunu çok iyi bilen DoH, bir hedef belirlemeden önce çok hassas hesaplar yapar, kararını verdiği an ise başka hiçbirşeyi görmez, ve yine kendi yöntemleriyle, olanca gücüyle hedefine koşardı. Onu başarıya asıl ulaştıran ise, bazen yıllar süren "hazırlık evresindeki" suskunluk ve sabrıydı. O, "sabır" ile kankaydı. Lakin, "Sağırın kulağı duymaz, ahmağın her yanı" sözü yakasına yapışık olan Serkan o sabrı bile taşırmıştı. DevilofHacker ile ters düşmek koca bir yanlıştı…



Gerçi; iletişim kurduğu her SÖ'yle değişik konularda muhakkak ters düşer, mevzu ne olursa olsun kendi iddiasını ortaya atar, savunduğu şey ilk anda absürt gelse de duyana; istatistik – analitik – matematik - felsefe bezeli önermelerinin sonuçlarını kendi hanesine hemencecik +1 olarak kaydederdi. Ve gözle görülür bir gururla "- Göreceksin ki benim dediğim doğru çıkacak ve er geç sen de bana hak vereceksin" deyip beklerdi. Karşısındaki de ona vakti gelince mutlaka hak verir, DoH'un yanıldığını hiç kimse göremezdi.



Öyle ki; bütün o "gem vurulmaz ve önünde durulmaz haliyle" yeryüzünü an be an şekillendiren doğa olayları üstüne bile iddialarda bulunsa, ve küçük bir kaza sonucu durum az biraz farklı gelişse; DoH'a katıksız bir teslimiyetle hürmet göstermeye çalışan tabiattan bile hesap sorabilirdi. “Gafile kelam, nafile kelam” paralelliğinde terbiyesizleşen Serkan'a da yaptıklarından dolayı bedel ödetilmeliydi. Hesap soruldu, ödetildi…



Ödetildi de; DoH, Yusuf Peygamberin "Düşmanların sevindirildiği, dostların denendiği yerdir" dediği cezaevinde, içinde bulunduğu suçluluk psikolojisiyle;

"Küçücük bir çocukken düşerdim yerlere ve çığlıklar atardım habire. Yarabandı yapıştırırdı annem dizimin gösterdiğim yerine. Üstelik zerre kadar bir çizik, damla miktar kan olmasa bile! Birini öldürdüm anne, mahpuslardayım, ellerimle birlikte ruhum da kan içinde! Ah anne, yetişsene, neredesin sen, ilkyardımın nerede?!?!" düşüncelerinin boğuculuğunda geçirdi ilk birkaç ayını.

Evet, acemilik ve şaşkınlık kısa sürdü çünki "Ruh" sıradışı ve olağanüstü bir varlık. Beden gibi her an o da yaralanabilir ve sonra da iyileşir. İnsan vücudunda bir organ kaybı sözkonusu olduğunda yerine yenisi gelmez ama, ruh bir organını kaybettiğinde “beyin ile kalp elele verip” ruhtaki bu eksikliği "Zaman" denilen büyücünün de pozitif desteğiyle giderebilir. Ruh bir uzvunu kaybettiğinde, kertenkele misali, yenisini er ya da geç üretir. Lakin, çok iyi bir eğitim ve terbiye görmüş olması gerekir.

DoH'un ruhsal eğitimi tam olsa da, birkaç ayını bazı sorularla geçirdi. Mesela; "Sahiden de ölmesi gerekir miydi Serkan'ın? Tarafımdan öldürülecek derecede hakaretler yağdırmış olsa da - küfürler etmiş olsa da - abartıp bana vurmuş olsa da, 25-30 bıçak darbesiyle veda etmesi gerekir miydi dünyaya? Diyelim ki sadece dövdüm ve burnunu ya da kolunu kırıp bıraktım. Aklını başına toplar ve hayatını kimseyi "tahrik ve taciz" etmeden sürdürür müydü? Yoksa kin güder ve o beni öldürür müydü?". Sonra farketti ki, tüm bu soruları beynine "Vicdan azabı" denilen şarlatan fısıldıyor ve DoH ondan hoşlanmaz. Herhangi bir somut faydası olmayacağı gibi, insanın aklını da olabildiğince karıştırır. Gerçek olan; bu dünyada herşey olacağına varır, hakeden de hakettiğini alır…



Yine de ara ara yoklardı DoH'un vicdanı ve mantıklı sebepleri de vardı. Hapishane duvarlarını izler haldeyken, onlardan birini anımsadı : "Yaşadığım maceraları ve iç dünyama yansımalarını birilerine anlatsam, anlayamamalarının yanısıra "kesin oynatmış bu" da derlerdi.

Birileri veya diğerleri !



Ulan var ya, şu ana kadar hep başkalarının intibalarına göre mi yaşadım acaba ben? Hiç umursamadığımı söylerken, ve kendim de öyle olmadığına yürekten inanmışken, yoksa kendi arzu ve emellerime göre değil de, çevremdeki "Diğerleri'nin" hakkımda sahip olduğu veya olabileceği düşüncelere göre mi tasarlayıp eyleme dökmüştüm hareketlerimi, düşüncelerimi? Peki, öyle olsa, bunca absürt – kötü - gaddarane şeyi uluorta yapar mıydım?

Kötü şeyler? Evet ya. İçimi dışıma çevirsem, o kömürlüğün karalarını kimlere çekinmeden gösterebilirim ki? Deldiğim yasaklar - girdiğim günahlar kaleme alınıp da muhasebe edilecek gibi değil yahu! Daha kötüsü de, hemen hemen hepsini bazı bahanelerin kanatları altında bile isteye yapmıştım. Ama aklıma hiç de, birgün bunların yakama yapışıp da beni utandırmaya çalışacağı aklıma bile gelmedi. Geliyorlar işte, ve tekiyle bile yüzleşemeyeceğini sanan ben, binlercesiyle burun buruna gelip, yerin dibine geçmeye hazırlanıyorum. Ama ama, o günah ve ayıpların çoğu eğlenceli şeylerdi yaa! Ele geçmeleri de çok zor deneyimlerdi vallahi, ve kesinlikle kıvamındayken de yaşanmaları gerekirdi! Şu an niçin bütün cazibe ve çekiciliklerini kaybetmişler gibi peki? Beynimi sancıtıyorlar. Hepsi bir olmuş, acımasızca çullanıyorlar!



N'oluyo yaa! Hımm, o da ne?? Bir mermer parçası mı şu yerdeki? Üstelik de mezartaşından kopmuşa benziyor. Tüh bee! Elimde biralarla şu dağ başında, eski ve hemen hemen yokolmuş bir mezarın üzerine oturmuşum. Ölülerle ilintili şeylerin bu tip etkileri olur, ve bu vicdan muhakemesinde, kendimi sanık koltuğunda bu yüzden bulmuşum! DevilofHacker yargıçtır yargıç! Hemen pılımı pırtımı toplarlayayım, şuradan kalkayım, ve asıl makamıma kasılayım."…



Bu bağlamda, "çekilen ve çekilecek çileler" sözkonusu olduğunda zaten soğukkanlı olan DoH, cinayetten tutuklanıp, daha önce hiç cezaevi görmemiş olmasına rağmen, şaşkınlık ve paniği attıktan sonra üzerinden, "- N'apalım yahu. Bir söğüdün gölgesinde, biralar elimizde oturmuş tavla oynarken, çatıdan kafamıza bir kiremit düşüverdi işte." deyivererek, gelmiş olan zorlukların herbirini ve muhtemelen gelecek olanların da hepsini silip atıvermişti. Mantalitesi DoH'un yaşanmışlıklarda, aşağı yukarı buna benzerdi. Ama özellikle belirtmek gerekir ki, ne yeni girdiğinde ne de yıllarını hapiste geçirip de tahliye edildikten sonra aklına çokça gelen bazı "duygular" hiç değişmedi, çünki onlar, annesininkilerdi :

"- Ne yani; küçücük tartışmalarda bile karşısındakine saldıracak kadar agresifleşen - darp eden - hastanelik edecek kadar sopa çeken "ayyaş ve berduş oğlu", onun tüm çabalarına ve ülkenin en iyi okullarında özenle okutulmuş olmasına rağmen; en sonunda; "akıl ve mantık" denilen melekelerini biryana bırakıp da, bir anda düşman bellediği çocukluk arkadaşını 25-30 yerinden bıçaklayarak öldürmüş müydü? Kendi bedeninde, bütün bunları ve benzer canilikleri yapabilecek birini mi beslemişti 9 ay 10 gün, ve büyütmüştü üstüne titreyerek gün be gün? Sırf onu doğurmamış olmakla, şu dünyayı bir zerre olsun bunca kötülük ve "bir katilden" korumuş olabilir miydi?".

DoH ise, imkan olsa, annesinin bu duygularına şöyle cevap verirdi : "- Seninle ilgisi yok be annem. Onu uyarmış ve şöyle demiştim : Hinlik etmezsen taciz etmem, tahrik etmezsen öldürmem!!! Dinlemek, ciddiye almak istemedi.



Tüm bu düşünce kurgularından habersiz olan annesiyse, "Acaba hasta mı oğlum?" fikriyle de güreşiyordu belleğinde DoH'a göre. Çünki oğlu saygıdeğerdi, ve "soylu azmaz, bal kokmazdı" ona göre. Ruh hastası olamazdı, olmamalıydı. Yoksa, yoksa hasta mıydı?...



Kasten "Bir şeyi Öldürmenin" özünde, kişinin ulaşmayı istediği emelin önüne set kuranın yok edilmesi düşüncesi olsa gerek. Anlık gelişen kavga veya tartışmalar sonucunda işlenen cinayetlerin bile temelinde bu ya da buna benzer bilinçaltı kaygıların varlığı yatar bence. Bu bakışla; hiçkimsenin insan öldürme suçuna karşı sigortası – garantisi - güvencesi yoktur. Genellikle, herkesin tabiatında varolan "öldürme dürtüsü", ki, Habil ve Kabil ikilisinden mirastır bizlere; "Ben birini öldürsem, biri de, yaptığıma karşılık bir ceza olsun diye, beni öldürebilir" korkusuyla frenlenir. Ne var ki; katillerin yaşadığı "Hayal Kırıklığı Duyumsaması" sıradan bir insanın yaşayabileceğinden kat kat fazladır, ve çok daha karmaşıktır. Tıpkı Web ağları gibi…



Sevdiği insanın ona bir düş kırıklığı yaşatmış olması hazmedilemez ve tutar öldürür katil. Veya tehlikeli bir hale düştüğünde "Benim gibi birine bu yapılır mıydı?" sorgusu ve isyanıyla, yine gözünü kırpmadan öldürür katil. Ama bu, "Hasta Katil!"…



Hasta ruhlu ya da psikolojik olarak aşırı duyarlı, yani "Sorunlu" katillerin durumu bencileyin özeldir. Bunlar, yılların birikimi olan duyguların bileşimiyle "bir anda ve pişmanlık duymadan" cinayet işlerler sanırım.

Çünki, sıradan katilden tamamen farklı olarak, suçlarını bütün açıklığıyla itiraf ederler, ve olaylarında ortalığı kan gölüne çevirirler. Asla bir plan veya haince düşünceler yoktur eylemlerinde. Cinayeti de herkesin gözü önünde, alenen, ve ne olduğu önemli olmayan herhangi bir öldürücü cisimle tek başlarına işlerler.

Ölenin, “sorunlu katil”e ktritik bir zamanda yaptığı "acımasız bir eleştiri - küçük düşürücü veya alaylı bir bakış atması - onu haksız yere darp etmesi", kendi ölümünü hazırlar. Tıpkı Serkan gibi!

Şu hasta – “sorunlu katil” savımı, DoH kendini aklamak ve suçunu hastalığa yamamak istiyor gibi algıalmayın sakın, fakat, "fazlalık da eksiklik gibidir" düsturunun ışığında, aşırı duygulu - aşırı duyarlı oluşun da değerlendirmesini yeniden bir yapın. Zaten işlenen suçların çoğu "duygu" unsuru içeriyor, ancak, cezalar "mantık ve matematik ürünü" olarak veriliyor. İnsanların sosyal sınıfı – yaşı - yaşayış biçimi - mesleki ya da toplumsal tecrübesi - analitik veya hissi zekası - örf adet veya töresel eğitimi, ve en önemlisi "vicdani adaletsizliğe bakışı ve anlayışı" asla dikkate alınmıyor. Hal böyle olunca, içine bolca su katılmış süt bedene hangi derecede fayda sağlıyorsa, DoH'a verildiği gibi bol keseden yapıştırılan "15 yıl" benzeri cezalar da o ölçüde adilane oluyor…



"Pereat Mundus Fiat Justitia" demiş, ve "Dünya yıkılsa da adalet yerine gelsin" formülünü bir hayli ütopik olsa bile savunmuşsa da bilge kişi, "Hayatta kalmak için gerekirse ölürüm bile" savı - söylemi kadar anlamsız bir hal almaktadır "artık olmayan bir dünyada" adaletin yerine gelmesi.

İlginci; adaleti savunup da onun önemini vurgulayan bu söylem bile şiddet, hatta "dünyanın yıkılması gibi" ürkütücü ve Tanrısal bir şiddet içermekte. Ulaşılması bunca "Zor" olan birşey de insanoğluna ancak ve ancak "Adaletsizlik Duygusu" işlemekte, ve bu duygu da sıkça rastlanan birşeye dönüşmekte pratikte.

Çünki bizim ülkenin yargıçları, genellikle, kendi yaşamlarındaki tecrübelerine - mesleki eğitimlerinin derinliğine - bazı hallerde de tahminlerde bulunarak hüküm vermekteler. Sanık susma hakkını kullanıyor ve konuşmuyorsa, veya gereğinden fazla agresif ve öfkeliyse duruşmalarda; bu tutumları, çoğunlukla, suçlu olduklarının kanıtı bile sayılabilmektedir. Bu durumda da, eldeki sanığa "falanca tarihte filanca bankayı soymadığını ispatla!" şeklindeki bir soru bile benim gözümde daha makul ve kabul edilebilirdir, çünki, belki de ispat edip "kanaat veya kehanet" üzere verilecek bir cezadan kurtulabilir.

Ceza verme sistemimiz oldukça aksak olsa da, yine de şaşılacak orandadır verilen kararların "doğru" kişilere gidişi. Gelgelelim bir de gönüllere anlatmalı bu hakedişi… :).

Cezaevine ilk girdiğimde beni karşılayan ve bir masada ağırlayıp hoşgeldin eden birhayli eski bir mahkum, neden hapse tıkıldığımı sordu. "- Aslında burada olmayı haketmiyorum, haksızlığa uğradım" gibilerinden laflar ettiğimde, "- Öldürdüğün adam bugün ya da yarın, çürümesi için toprağın altına gömülecek yahu! Kesin öylesindir, suçsuzsundur. Şu hapishane var ya zaten, hiçbir bok yapmamış heriflerle dolu anasını satayım" deyip sırıtmıştı…



Cezaevinde kaldığım süre boyunca anladım ki; tamamen iftiraya maruz kalarak veya yanlışlık eseri de olsa, kahreden dört duvar arasına atılmış hiç kimse tümüyle masum değildir. Arka planda "başka bir olay veya haram" dolayısıyla "İlahi Adalet" tecelli etmiştir.

Ve yine anladım ki; insanları çiviyle - kör bıçakla - çıplak elle ya da dimağların alamayacağı birşekilde dahi öldürmüş olsa da, hiçkimse bizim sandığımız ya da umduğumuz kadar dehşet verici değildir. Çünki vahşet, uygun mevsim ve ortamlarda yüzünü gösterir. Öyle olmasaydı, yan ranzadaki 9 kişinin katili adam, beni, birlikte aynı odayı paylaştığımız 23 ay boyunca çoktan keserdi…



Kesmek biçmek dedik de; cezaevine düştükten sonra öğrendim psikopatların ortak özellikleri arasında "normal şekilde koku alamama" gibi tuhaf bir tespitin de olduğunu. Eh, oksijen azlığı ile ilintiliyse beyin tam çalışmaz tabii haliyle, dedim, kabul. Ama birtek konuda bu durumu kabullenemeyeceğim. O da; adlarına kadın denen, ve yaşamıma hem ruhen hem de bedenen dahil olan sırma saçlı perilerin bulunduğumuz ortamdaki havanın her zerresine savurdukları "mutluluğun ve keyiften uçmuşluğun" kokusu! Bu kokuda yanılmış veya eksik tartmış olamam. Çünki o anlarda Tanrı'ya karşı sonu olmayan bir minnetle atıp duran kalbim "ruhuma çekiyordu" bu kokuyu, ve tüm benliğim de mest oluyordu.

Burnun koku alma yoksunu oluşunu doğru varsayarsak ölümlerin birçoğunda; cinayet mahkumlarının büyük kısmı, tüm kibar ve mütevazi tavırlarının gerisinde, "saniyenin binde biri süresinde değişebilen, ve acımasızlıkla kıyıcılığın doruklarına ulaşan", kısacası kabusa dönüşen bir yaratık da beslerler. Fakat o yaratığın "sabır eşiği", o dört duvar arasında, özgür insanların sandığından çok daha hızlı ama bir o kadar da zor ve mücadele içinde geçen "zamanla", genişleyerek değişir, gelişir.

Uzun süre kaldığında hapishanede, sabır ve tölerans bazında tuhaf meziyetler bile geliştirirsin. Mesela; küçücük koğuşta onlarca insanla birliktesindir, ve bunların kimi yemek yer ve ağzını şapırdatır - kimi bir köşede uyuz itler gibi kaşınır - kimi burnundaki kılları koparmakla meşguldür - kimi de lavaboda kansırıyordur. Normalde bunların herbirine tepki gösterebilecek olan sen ise, kulaklarının becerisini gözlerine devreder, gözlerini de koğuş meydanında duran 37 ekran TV'ye diker, patlayacaklarmışcasına açar, ve hiçbirşey göremeyecek hale gelene dek, filme fix olursun.

Sabır konusundaki bu kendini aşmışlığın ise gerçektir, tıpkı "tövbe" gibidir. Nasıl ki tövbeler, burukluk - başı öne eğilmişlik - samimi bir pişmanlık olduğunda Tanrı tarafından kabul görürse; senin sabır ve tölerans bağlamındaki kendini aşmışlığın da "gerçek tövbeler kadar" net ve kalıcıdır…



Cezaevinde uzun süre kalıp da feyz alabilecek olan "kendini bilir" mahkumlar, artık sadece çözebilecekleri düğümü bağlamayı düstur edinedursun; yukarıda bahsettiğim ceza sistemi sadece matematiksel yönden yaklaşmakla kalmaz insana, oldukça da geç tecelli eder. Birçoklarında yaşanan "Sürecin Uzaması" benim yargılanmamda da yaşandı ve dava dosyam 45 ay sonra kesin hükme bağlandı.

A canım yargıcım, a güzel yargıtayım, a hukuk sistemim! O suçu işleyen DoH yaklaşık 4 yıl öncesinde kaldı. Çünki yukarıda mahkum hareketleri olarak sayılanların onda birine dahi tahammülü olmaz iken geçmişte, o da değişti, gelişerek değişti. Ve sizin 15 senelik hapis cezanız bambaşka bir DevilofHacker'a verildi…



Hapishaneler için "delikanlı yatağı" derlerdi ve ben de inanırdım. Dedikodunun "bataklık sineklerinden de" hızlı yayıldığını gördüğümde ve cezaevlerinin karılar hamamını bile geçtiğini farkettiğimdeyse, "öve öve öküz ederler, boynuzunu dokuz ederler" deyip, ara ara, rahmetliyi belki de boşu boşuna öldürdüğümü bile düşünür oldum. Birşey daha vardı tümüyle yanıldığım.

Mesela, mahpus damı rüyalarımın özgürlüğünü kısıtlayamaz sanırdım. İlk 2,5 yıl geçtikten ve rüya bile göremez hale geldikten sonra, bir mahkumun hem dünyada maddi - manevi fakir hem de ahirette en rezil olduğunu belledim, ve bu çilekeşhanelerin nelere gebe olabileceği konusunda öngörü - önyargı vs. beslememekte karar kıldım.



Şimdiden sonra, bizzat şahit olduğum birkaç trajikomik olayı objektife yaklaştıracağım, ve cezaevlerinde "cehalet ve çaresizlik" el ele verdiğinde insanoğullarını nasıl da "İyiliğe iyilik her kişinin karı, kötülüğe iyilik er kişinin karı" düsturundan uzaklaştırıp da "çok daha kötü - çok daha suçlu" yapabileceğine ışık tutacağım.



Suç ve kötülük dedik de; cezevinde öyle çok "talihsiz olay - kader mahkumu" hikayesine şahit oldum ki, bunlardaki her kurban; ya şeytan denen güzel icada kaptırmıştı kendini, ya da "Tanrı yazgısı" o yaşadıklarını başına musallat etmişti.

Bu bağlamda; suçlu olup da cehennemde ceza çekeceklerin sayısıyla; insan gibi (!) yaşayıp da cennete gireceklerin yekününe bakıyorum da dünya genelinde; şeytan yarışı çoktan kazanmış mı ne?...



***



BAKLAVA : Zordur cezaevi, hem de çok zor. Kısıtlıdır herşeyin, tıpkı özgürlüğün gibi. Bilinçli kısıtlanır Devlet Baba tarafından. Malum suçlusundur, mahkumsundur. Hani birgün çıkarsan ve yaşama dahil olursan, kıymet bil de tekrar suç işleme diye. Örneğin; senede 2 kez baklava yiyebilirsin. Dini bayramlarda ve tabii ki paran varsa. Kar etme maksadı da güdüldüğünden, o baklavayı da fahiş fiyata getirtirsin kantinden…



Dört kafadar yemek ortağı idi. Aynı masayı paylaşana öyle denir mahpusta. Yenilen herşey, oluşturulan havuz hesabından satın alınır, birlikte oturulur yemek masasına ve birlikte kalkılır.

Bayram yakındı ve yeni gelen kantin listesindeki "Cevizli baklava bilmem kaç lira" ibaresi cezbetmişti hepsini. Gelgör ki hiçbirinin hesabında 1 kilo baklavayı satın alabilecek miktarda para yoktu. Dördünün hesabındaki kırık çıkık paralar toplanınca, ancak ederdi 1 kilo baklava.

Müflis bezirganın eski defterleri karıştırdığı özenle hesabı yaptılar, ve sarıldılar dilekçe kağıtlarına. "- Şu kadar lira şu kişinin emanet para hesabından, şu kadar da filancanın hesabından kesilerek, tarafımıza 1 kilo baklava getirilmesini saygılarımızla arzederiz."

Oh be. Sevinmişlerdi. Senede 2 kez yapılabilen birşeyi yaşayabileceklerdi. Sonuçta, halletmişlerdi işte. Öyle ya; burası cezaeviydi ve parası olan 5 kilo da yazıp yiyebilirdi ama kural şuydu : Burda birileri yer, birileri yutkunurdu; ve onlar bu bayramı yutkunarak geçirmeyeceklerdi…



Başladılar kaç "fitil" yani dilim olarak geleceğinin hesabını yapmaya baklavanın. Çünki, dörde böleceklerdi. Daha önceden satın alan veya almış birinin kutusunu uzaktan gören cinayet mahkumu noktayı koydu :"- 32 ile 35 arası fitil gelir bir kiloda. Herbirimize en az 8'er tane işte!" Tamamdı. Kulağa hoş gelmişti. Henüz 14 gün vardı bayrama, ve tek yapmaları gereken şey de, uzun yıllardır alışkın oldukları - iyi bildikleri birşeydi : Beklemek…



Onaltı gözle ama sevinçlerini de olabildiğince gizleyerek beklediler. O gün geldi çattı ve sabah gardiyan kapı mangalından baklavaları vermek için dört kafadardan birinin ismini bağırdı. Hepsi mazgala koştu diğer bütün mahkum arkadaşları gibi, çünki onlar da baklava siparişi vermişlerdi. İçlerinden "Ağır Abi" olanı aldı kalınca mukavvadan yapılmış ve süslenmiş baklava kutusunu. Diğer mahkumlara sezdirilmemeye çalışılan bir mutluluğun heyecanı ve pratik hareketlerle açtı kutunun kapağını kirli masalarından birinin üzerinde. Fakat o ne???

Yufka böreği gibi hamursak ve dümdüz birşey çıkmıştı mukavva kutunun kapağının altından, kaldı ki, baklava dilimleri - fitilleri hak getire! O sakin o mutlu surat gitmiş, yüzü biranda çarşamba pazarına dönmüştü ağır abinin, ve hiddetinden sesi bile kısılmıştı "- Bu ne lan .mına koduğumun?!!" dedi bağırarak, ki gözlerinden geçen öfke bulutunu farketmemişsen körsün demekti. Sonra da, cezaevi idaresiyle "sözde baklavayı" imal edene kadar ardı ardına saydırmaya başladı küfürleri. Çılgına dönmüştü.

Öyle ya, uzun geceyi dert çeken bilirdi, bu ne rezillikti?! Tam, "atımı getirin lan!" noktasında; kapı gardiyanını çağırmak için kullanılan ikaz düğmesini işaret edip yaşça biraz küçük olan diğer yemek ortağına, "- Bas lan şu anasını ..ktimin ziline!" diye haykırdı. Gardiyanı çağırıp hesap soracak, hır çıkaracaktı. Binbir çileyle ulaştıkları şu mübarek günde bu yapılan, cinayet sebebi sayılacak ehemmiyette bir haksızlıktı…



Yaşananları göz ucuyla ve dikkatli bir şekilde yan masadan izleyen 60'lı yaşlardaki bir dayı, bizim yemek ortaklarının masasına, yani olay mahalline seğirtti. Mukavva kutunun kapak kısmını bir hamlede geri kapatıp, çok hızlı bir hareketle de kutuyu ters çevirip yine masaya koydu.

Bu haliyle yeniden açtı kutunun kapağını, ve orada bulunan 15-20 mahkumun tamamını bir sessizlik aldı önce. Şaşkın gözlerle bir yaşlı mahkuma bir de önlerinde duran; nar gibi kızarmış ve aşağı yukarı 30-35 fitilden oluşan baklavaya bakakalmışlardı.

Sonra her kafadan bir ses çıkmaya başladı, ama artık koğuşa yüreklerden kopup gelen kahkahalar hakimdi. Nasıl olmasındı, "Ağır Abi" baklava kutusunu tersinden açmıştı…

***



DİŞ : Cezaevinin saygı – hürmet - iyi tavra değer insanları vardır, ve bunlar bazı kriterleri taşırlar. Ya gayr-i Meşru hayatın önde gelen isimlerindendir; itibar korkudan ya da paradan dolayıdır. Ya da çok uzun zamandır ve yüz kızartıcı olmayan nedenlerden ceza yatıyordur, hürmet cezayadır. Veya diğerlerinden oldukça büyüktür yaş olarak ve ona karşı yapılan hareketlerde kusur işlemekten kaçınılır - sözüne ters cevap verilmez - bir işi varsa yardımcı olunur…



Koğuşta, bütün dişleri dökülmüş ve takma diş almak için sürekli hastaneye gidip gelen 70'lerinde bir dayı ile; dayının çok sevdiği ve çok yüz verdiği, alabildiğine hızlı ve bir o kadar da azılı genç bir mahkum, şaka - makara birlikte çekiyorlardı cezalarını.

Öyle ki; bazen genç olan dozu kaçırdığında yaşlı mahkum onu uyarıyor, olmadı sinirlenip azarlıyordu. Şaka konusu da genellikle onun peltek konuşmaları yani dişsizliği oluyordu. Genç olan ihtiyar olana kah havuç ikram ediyordu yemek masasında, kah kürdan uzatıyordu yemeklerden kalkıldıktan sonra… :).

Hapishanede her an makara yapılmaz. Mahkumun binbir derdi olur – düşünür - üzülür, ve depresyon denilen şey günde onlarca kez çalarak kapısını, yorar insanı. Genç mahkum ise gençliğinin verdiği tecrübesizlikle sürekli kızdırıyordu bizim 70'lik ihtiyarı, ve şaka olarak başlattığı çoğu olay ta.ak muhabbetine dönüyor, dayının bağırıp çığırırken vurmaya kalktığı bile oluyordu. Hoş, vursa ne olacak ki? Yaşlanmış, çaptan düşmüş, gencin ruhu bile duymaz.

Bir sabah vakti, uykuların en tatlı yerindeyken tüm koğuş ahalisi, canhıraş bir haykırış duyduk bahçeden gelen. Palas pandıras havalandırmaya indiğimizde gördük ki, manzara kötüydü. Genç mahkumun pazusu, yaşlı mahkumun da ağzı yüzü kan içindeydi.

İhtiyar, inci gibi dişleriyle ama kan revan içinde, tarifi imkansız bir intikamın hazzıyla gülümsüyordu. Bir gün önce hastaneden yeni dişlerini almış, sabah saatlerinde diğerinin alaylı tacizlerine yine maruz kalmış, koca bir parça et koparıp genç mahkumun pazusundan yere tükürmüş, ve geçmişin bütün hıncını alıp rahatlamıştı…



Halbuki o genç; ihtiyarın cins bir horoz olup daha yumurtadayken öttüğünü, bu yüzden de 7 kişinin canını "intikam" için alıp da çocukluğundan beridir cezaevlerinde ömür tükettiğini gözardı etmeyip ona göre davranaydı ne hayrına olurdu…

***



PARA : Para çok şeydir cezaevinde. "Herşey" değildir belki ama çokşeydir işte. Para sigaradır, para peynirdir, para eşofmandır, para ayakkabıdır, para domatestir, ve hatta itibardır…



Çok cesur ve gözüpek dahi olsan, sesin kısık ve çatlaktır paran yoksa. Gözlerin fersiz, kulakların ise birçok olaya ve haksızlığa karşı sağırdır. Hele de koğuşundaki paralı insanlar şeref – onur – tutum - cüret ve en önemlisi de "adam olma" derecelerini sahip oldukları paranın gücünden alıyorlarsa vay senin haline. Disiplin cezası üstüne disiplin cezası alır ve hücreye atılırsın bu karaktersizlerin sergilediği "basit olduğu kadar adaletsiz ve insan ezmeye yönelik tavırlarını" görüp görüp de dövdükçe. Ve disiplin cezası denilen şeyi genel af bile kaldıramaz da, bitene kadar kalırsın hapishanede. Velhasıl; para, bir hayli birşeydir cezaevinde…



Geniş geniş oturmuş sigarayı nasıl olup da bıraktığını anlatıyordu birtanesi yemekhanede. Öyle ki, günde 3 paket içermiş bazen. İki yıl öncesine kadar da başının belasıymış sigara illeti.

"- Doktora yazdırdım hapı, 20 günde bıraktım mereti!".

Bu özeti duyan ve mahkumluk hayatının büyük çoğunluğunca ezile büzüle ondan bundan sigara otlanan bir başka mahkumun beyninde şimşekler çakmıştı. Neden olmasındı, neden o da bırakmasındı? Gitti birilerinden dilekçe kağıdı ve kalem buldu.

"-Sayın müdürüm, vs vs, revire çıkmak istiyorum, vs vs, arzederim."…



Bundan sonrası kolay diye düşündü. O da yazdıracaktı kurum doktoruna aynı ilacı ve kurtulacaktı işte "Sinyale çıkmak" diye tabir edilen şu sigara dilenmekten. Sabahı zor etti. Koğuş kapısının önündeki sandalyelerden birine ilişti. Revir işleriyle görevli gardiyanın kapı mazgalını açıp "- Revire çıkacaklar hazırlansınnn!" demesini beklemeye başladı. O sesi duyar duymaz da atıldı ve gidip dikildi doktorun karşısına. Hem sevinçli hem heyecanlıydı. Bir çırpıda koğuştaki mevzuyu ve diğer mahkumun hikayesini anlattı.

Doktor dışında 3-4 gardiyan ve sağlık memurları da vardı o küçücük odada.

"- Hay hay" dedi doktor.

"- Hemen yazıyorum sigara bıraktırma hapını, lakin, devlet karşılamıyor ve 150TL fiyatı!"…



Anasız çocuk nasıl ki kanatsız kuş gibiyse, parasız mahkum da ne yaparsa yapsın adam değildi işte. Afalladı doktorun söylediğini duyunca önce, ve kocaman kocaman yutkundu birkaç kez akabinde. Sesinin hiç çıkmayacağını sandı bir an fakat zayıf ve kırılgan da olsa çıkmıştı derince bir nefesten sonra :

"- Boşver o hapı doktor bey, kalsın, sen bana bir asprin yazsana"...

***



GÜNEŞ : Aba'nın kadri yağmurda bilinirmiş ya hani, işte o misal, kaçmaz insanlar mahpus damında güneşten. Özgürlüğü elinde olanlara mahsustur "aman başıma güneş geçmesin" türü nedenlerle güneşten saklanmak. Aksine, ararsın güneşi "havalandırma bahçesi" denilen 6-7 metrelik yükseklikteki kuyuda volta atarken…



Çünki çoğu zaman, ısısı ve ışığı ulaşır sana güneşin ama, fiziki anlamda kendisi görülemez dört duvardan oluşan o çukurdan. Hele de kış aylarında öyle bir saklanır ki, bahçenin sadece bir köşesine vurur güneş ışığı. Çöker, güneşin seni biraz olsun ısıtmasını umarsın kalın paltoların içinden. O da, “abdalın dostluğu köy görününceye kadardır” misali, ancak birkaç saat için geçerlidir koca gün…



Çömelmiş ve sırtını iki duvarın birleştiği noktaya vermişti kafası zaten türlü düşüncelerle dolu olan mahkumun biri. Cezaevi – dışarısı – para – arkadaşları – ailesi - iş, güç - af, yasa, tahliye - kalan yıllar ve zar zor geçirmiş olduğu her saniyesi ızdırap yüklü kör zamanlar. Oradan oraya atlıyordu zihni. Ve güneşin ancak 1 metrekareyi dolduran cılız ışığı onu biraz olsun ısıtırken, o da gözlerini kapatmış halde hayaller kuruyordu.

Sonra birden ışık kesildi ve karanlığa büründü o daracık alan. Öyle ki, kararmayı hissedebiliyordu gözkapaklarının bile altından…



Kafasını kaldırıp ne olduğuna baktı.

Başka bir mahkum, tam önünde, ayaklarını açmış, güneşe yüzünü dönmüş halde dikiliyordu. Ona göre, “ahıra yabancı koyun kenarda yatmalıydı”, çünki o ışık vuran tek köşeye ilk o çömelmişti, bu ne cüretti…



Zemberek gibi fırladı yerinden. Ensesinden kavradığı gibi adamın, hemen sağındaki duvara vurdu, vurdu, vurdu kafasını...



Bozuk psikolojilerde böyledir, kavgalar anlık olay ve kelimelerden gelişir.

Aldığı darbelerle bayılan ve kan revan içinde kalan mahkumu yere bıraktı koşuşturan diğer mahkumların şaşkın bakışları arasında, ve mırıldandı :

"- Güneşimi kapatma!!!"



***alinti Kelimelerin Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
{55}

**********



SALIVERİLME SONRASI

******************************



YÜZÜSTÜ BIRAKILAN NİŞANLILAR MİSALİ

YALVARIYOR OLSAN DA HAYATA;

ÖNCE, BİRİNİN İNSANA YAKIŞIR BİÇİMDE YAŞAYABİLMESİNİN

"UMUTSUZLUK" DENİLEN ŞEYİN ÖBÜR YANINDA BAŞLADIĞININ BİLİNCİYLE,

KENDİNE VE YAŞAMA OLAN İNANMA DUYGUNU KAYBEDER;

SONRA DA BENLİĞİNİ EN UFAK KORUNMAYA DAHİ

HİÇ İHTİYACI OLMAYAN BİR YALNIZLIĞIN ELLERİNE BIRAKIVERİRSİN.

DEBİSİ EN YUKARDA OLAN IRMAKLARI DAHİ

DONDURABİLECEK BİR ÇILDIRTICI SOĞUK EŞLİĞİNDE DE

UZUN VE YORUCU BİR MARATONA ÇIKIVERİRSİN.

HEM DE BİLE İSTEYE.



ÖYLE YA; BOŞA OLACAKSA,

DİRENİŞ VE SONRASINDA BİLE

TESLİMİYETİN KÜÇÜK DÜŞÜRÜCÜLÜĞÜNÜ YAŞAYACAKSAN,

EN BAŞTA "KABUL ETMENİN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ" YAŞAMIŞ OLMAK DA

HAZ VERİR KENDİNİ BİLEN KİŞİYE...



***







10 sene! Dil için telaffuzu çok kolay iki kelime. Tarih 2010'u gösterirken "yapma, yeter, sonu kötü olacak!" deyip de kendimi ciddiye aldırtamadığım, ve haddini gerçekten aşan arkadaşımı paramparça ederek, hatta liğme liğme doğrayarak öldürdüğümün üzerinden tam on yıl geçmiş, ve takvimler artık 2021'den yaprak döker duruma gelmiş…



Bu uzun zaman diliminde, "Arkadaş ya da Sıkı Dost" olarak bildiğim hiç kimse beni arayıp sormadı. Eh, neyse ki ben ezbere bilirdim ki, babalardan para – pul – mal - mülk miras olarak kalırdı da, "adamlık" kalmazdı. Bu kavramlar bazında yalnız ve hiçkimsesiz kaldım.

Fakat, gerek ranzamda uzanırken gerekse havalandırmada voltadayken, en ufak ayrıntısına varana dek irdeler ve bu acımasız katili "arkadaşlıktan, dostluktan" çıkaranları düşüncelerimde sayıklarken bu katilin gerçek ıstırabını anlayamıyor oluşlarına hayıflanırdım. Gelgelelim içlerinden sadece FGCM için tuhaf şeyler geçip giderdi beynimden. Çünki kadınım oluşunun yanısıra, O, en kallavi dostumdu da. Fakat serçenin soyu tükenmesin diye kedilere kanat vermeyen rabbim onu da olması gerektiği kadar vefasız yaratıp, genel işleyişi genel dünya düzenini değiştirmemişti, ve FGCM de yazdığım iki mektuba da yanıt vermemişti. Cevap vermeyişinden emin olmama sebep ise; zarfın üzerinde ismi yazan kişiye ulaşmayan mektupların, (mektup sahibinin hapiste oluşuna gösterilen ince bir hassasiyet de var mı PTT'de bilmem), muhakkak geri dönüyor oluşuydu. Bana dönüşü olmadığına göre o iki mektubun, FGCM'ye mutlak surette ulaşmıştı herbiri, belliydi…



Karşılıksız kalan o iki mektuptan sonra, tahliye olduğumda; onunla bir anda karşılaştığımızı, ve "ben gibi bir katili alaya alan gözlerini" derin ıstıraplar içeren gözyaşı selleriyle doldurmayı, bana karşı duygusuz ve en kötüsü artık kayıtsız hale gelmiş kalbini azaptan azaba sürüklemeyi, mağrur bir kuğu gibi çok yükseklerde duran başını "ah ben neden bu vefasızlığı DoH'a yaptım ki?" yargılamaları beyninin içinde çınlarken yerden yere vurdurmayı defalarca düşündüm, hayal ettim. Ranzama kapanıp da ihtimallere baktığımda, o bile beni artık aramıyorsa, belki de bu hayattan artık iğrenmem gerekiyor. Ve, lekesizlik -namusluluk benim için artık çok uzaktadır. Demek kalan hayatımı içine düştüğüm şu çirkefin içinde geçirecek, ne sonsuz pişmanlığımdan sıyrılabileceğim ne de "ıslah olmuş benliğimin" şu kokmuş halimden kurtulmasını sağlayabileceğim.



Tüm uğraşlarım - gayretlerim boşa çıkıp da, çırpınıp duran şu "sefil katilin", yine içinde bulunduğu SÖ topluluğunun ona layık gördüğü bütün mahrumiyetlerden dolayı ezildiği, ve ansızın önüne çıkarıp önce katil sonra da perişan ettiği tüm bu kurguların hiçbiri gözönüne alınmayacak, ve namus timsali dürtülerin(!) hasbelkader suça birkez bulaşanı bile insandan saymayarak - neden niçinleri derinlemesine muhasebe etmeyerek, ceza denilen şeyin de aslında suçluya yaptığının kötülüğünü öğreterek birdaha yapmamasını sağlamak yerine; çok şiddetli bir hayati şamar ile öylesine yerle bir edilip, "Katil" damgasıyla da her kesimde öyle bir aşağılanacak, bağlantılı sıfatlarla daha beter yaftalanıp adı "Sabıka" olan etiketle de sanki "bulaşıcı ve ölümcül hastalıklar" taşıyormuşcasına öyle bir dışlanacak ki; ona kötülüğü iyiliğe tercih etmekten - Allah dışındaki “muhtaçlara muhtaç olmamak” için çalarak edinmekten - suç adı verilen başkaca uçurumlara belki de istemeye istemeye yuvarlanıp düşmekten başka yol kalmayacak. Korkunç bu! Gerçekten korkunç!...



Hadi devleti ve diğer dostları es geçelim, tek FGCM beni "kimsesiz" bırakmasa ve mektuplarıma yanıt verseydi. Ve o yanıtın, beni gelecek yaşamımda o uçurumlardan uzak tutabileceğini bilseydi. Bilemedi…



Tevhid zikrinde diğer hiçbir ibadette olmayan ihlasın varolduğunu bilen DoH, gönülden bir “la ilahe illallah” çekerek, denizde ıslanmış olanın yağmurdan korkmayacağını kendine telkin ederek, mevladan gayrisinden hiçbir şey beklemeyerek ayrıldı cezaevinin kapısından…



Kafasında "her ziyanın bir öğüt olduğu" düsturu, ve tabancanın dolusunun 1 kişiyi boşununsa 40 kişiyi korkutacağının bilinciyle; planlarını gerçekleştirmek için önünde kalan 8 yılı yaşayacağı "Özgür dış dünyaya(!)" doğru yürüdü…



***alinti Kelimeleri Sihirbazi
 

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
sayfa sayfa emek verdim hic kimse okumamis alti üstü 55 sayfa okuyun ya lütfen okuyanlar begeni atsin lütfen
 
Top