TÜRKİYE VE OSMANLI DEVLETİNDE İKTİSAT TARİHİ

  • Konuyu açan Konuyu açan dderya
  • Açılış tarihi Açılış tarihi

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Osmanlı Ekonomisi Tarihi

Osmanlı İmparatorluğunun Son Yıllarında Ekonomik Durum

Osmanlı Toplumu 19. yüzyılın ikinci yarısına dek iktisat bilimine ve çağın gelişmelerine uzak kalmıştır Azınlıklardan Sehak Efendi devrin padişahına hediye olarak, Litografya ile basılmış kitabını (İlmi Tedbiri
Menzil), 1859 yılında vermiştir. Kitap Fransız iktisatçı J.B. Say (1767-1832)'ın görüşlerini içermekteydi.
Bilindiği gibi Avrupa'da matbaanın icadından tam 277 yıl sonra, Osmanlı Devleti müslümanların matbaa kurması ve kitap basmasına 1727 yılında izin verdi. Macar asıllı İbrahim Müteferrika 1729 yılında ilk kitabı bastı. Ancak dini kitap basmak yasaktı. Oysa ülkede yaşayan Museviler 1494'ten beri İbranice kitap basıyorlardı. Ardından Osmanlı vatandaşı Ermeni ve Rumlar da kendi matbaalarını kurup ana dillerinde kitap bastılar.
Türk ve Müslüman halk "Şeriata aykırı" diye benzer haklardan yararlandırılmıyorlardı. Bu yasak ancak
Cumhuriyet döneminde kaldırıldı.
Ahmet Mithat (Gazeteci, yazar) iktisadi konularda yazdığı yazılarını "Ekonomik Politik" başlığı altında (1879) toplamış ve kitap halinde yayınlanmıştır. Yazılarında azınlıkların denetiminde Osmanlı Ekonomisinin nasıl yağma edildiğini, müslümanların nasıl ekonomi yönetimi dışına itildiğini anlatmaya çalışmıştır.
İlk iktisat kitabının yazılması ve basılması 1881 'de Ohannes Efendi tarafından gerçekleştirildi. Yazar bu
kitabını hocalık yaptığı (1859'da İstanbul'da faaliyete geçen, 1935'te Siyasal Bilgiler O-kulu adını alan ve 1936'da Ankara'ya taşınan) Mekteb-i Mülki-ye'de okutmuştur. Kitap büyük ölçüde Adam Smith'in görüşlerini tekrarlayan ve savunan bir nitelik taşıyordu. Sakızlı Ohannes E-fendi ve Portakal Mikail Paşa, Mektebi Mülkiye'de verdikleri derslerde Osmanlı Devleti için sanayileşmeyi kaynak israfı sayıyorlardı.
Yüzyılın sonunda M. Cavit Bey "İktisat ilkelerine ters düşen bir sanayileşme ülkeyi yoksullaştıracaktır" diyordu.
Bu görüşlere ilk karşı çıkan ve F. List'in "himayecilik" ve "bebek endüstriler" gibi ilkelerini savunan Musa
Akyiğitzade ol-muştu.Kazanlı bir göçmen olan Akyiğitzade Harbiye'de "İlm-i Servet" okutuyordu.
V.Eldem'in değerlendirmelerine göre 20. yüzyılın başlarında, Batı Avrupa'da kişi başına ortalama gelir 170
dolar iken, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaklaşık 44 dolar idi. Ancak bu miktar İstanbul'da 66 dolara yükselirken, Irak'ta 35 dolara düşüyordu. (İktisat Tarihi) Cumhuriyet öncesi Osmanlı İmparatorluğunun sosyoekonomik yapısı hakkında elimizde tutarlı ve yeterli bilgiler yoktur. Bunun başlıca nedeni bu döneme ait devlet arşivlerinin tasnif edilmemiş ve araştırmacılara yeterince açılmamış olmasıdır. Eldeki bilgiler dağınık ve eksiktir. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında toplam nüfus ve nüfusun diğer özellikleri hakkında elimizde güvenilir veriler yoktur. Kullanacağımız veriler genellikle bazı araştırıcıların yaptığı kestirmelerdir. 1919 yılında Millî Misak'ın çizdiği sınırlar içinde kalan Osmanlı Devleti'nin nüfusunu kestirmek için elimizde güvenilir bir kaynak
vardır. Bu kaynak 14 Nisan 1919 tarihinde yayınlanmış bir belgedir Bu kaynaktan elde edilen bilgilerle çeşitli düzeltmeler yapıldıktan sonra İmparatorluğun büyük kentlerinin nüfuslarını hesaplamak mümkün olmuştur.
Vedat Eldem'in tespitlerine göre 1914 yılı başında Osmanlı İmparatorluğu'nun yüzölçümü 1.937 bin km" ve
nüfusu da 26,3 milyon civarındadır. Toplam nüfusun %80'ini Türkler ve Araplar oluşturmaktaydı. Balkanlar'daki Osmanlı Devleti Avrupa'daki topraklarını kaybettikçe yüzölçümü ve nüfusu azalmıştı.
Ayrıca ardarda gelen yenilgiler sonrasında Müslüman nüfusun önemli kısmı Ortodoks Kilisesi'nin ve yerel
milliyetçi güçlerin baskısından kaçıp Anadolu'ya gelip yerleşmişlerdi. 1914 yılı sonuna göre başlıca büyük kentlerin nüfusları şöyledir: İstanbul 1.122.000, İzmir 198.000, Bursa 76.000, Adana 64.000, Konya 49.000 ve Ankara 27.000... Görülüyor ki İmparatorluğun bugünkü anlamda tek büyük kendi vardı o da İstanbul idi. Bu kentin özelliği devletin başkenti olması yanında dış ticaretin de merkezi olması idi. İkinci sırada yer alan İzmir ise daha küçük çapta olmak üzere ithalat ve ihracatın yapıldığı ikinci büyük liman kent özelliğini taşımaktaydı. Diğer bir deyişle ülkenin Avrupa'ya açılan kıyıları kentleşmiş ve gelişmiş iken, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bu sürecin dışında kalmıştı. Batı Avrupa'da kentleşmeyi belirleyen olgu sanayi yatırımlarının başlaması ile ortaya çıkan işgücü talebidir. Oysa Osmanlı Devleti çağdaş sanayileşme süreci dışında kaldığından İstanbul ve İzmir'de görülen kentleşme iç ve dış ticaret yanında kamu hizmetlerinin yoğunlaşması ile oluşmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu kentlerin nüfusları tahmin edebileceğimiz nedenlerle çok azalmıştı.
 
3- Almanya ve Hitler

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya yenilmişliğin ezikliği içindeydi. Topraklarının bir kısmını kaybeden ve savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılan Almanya'da enflasyon oranı 1921'de %46 iken, 1923'te hızla artarak %4950 düzeyine çıktı. Ayrıca Ülkenin altın stokuna, dış alacaklarına ve ticaret filosuna da el konulmuştu. Bu sosyo-ekonomik koşullar ülkede aşırı uçların güçlenmesine ortam hazırlamıştı. Nazi Partisi 1920-1924 arasında hızla örgütlenmiş ve ülkede etkinliğini duyurmaya
başlamıştı. Mayıs 1924 genel seçimlerinde 32 milletvekili çıkararak ilk kez Mec-lis'e girmişti. Dört yıl sonra Mayıs 1928 seçimlerinde Nazi Partisi gücünü ve önemini kaybettiği için milletvekili sayısı 12'ye düşmüştü. Sisli havaları seven Naziler, 1929 Büyük Bunalımı'nın getirdiği çöküntü ve yoksullaşma karşısında yeniden sahneye çıkma fırsatı buldular. Ülkede sınai üretim hızla düşerken, iflaslar ve işsizlik hızla yayılmaya başladı. Devlet bütçe açığını kapatmak ve Galip Devletlere savaş tazminatını ödemeye devam edebilmek için vergi gelirlerini artırmak zorunda kaldı. Ülkede her kesimden insanın kötümser ve bezgin olduğunu gören Naziler üç büyük sloganla ortaya çıktılar: Alman ırkının üstünlüğü, Yahudilere ve Komünistlere karşı sindirme savaşı... Eylül 1930'da yapılan erken genel seçimlerde Nazi Partisi, Sosyal Demokrat Parti'den sonra ikinci parti durumuna geldi. 1931 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Nazi Partisi Hitler'i aday gösterdi. Seçimi Hindenburg %53 oyla kazanırken, Hitler %37 oranında oy aldı.
Temmuz 1932'de yapılan genel seçimlerde Nazi Partisi Meclis'te birinci parti durumuna geldi. Bu tarihten
itibaren ülke ekonomisi ve sosyal yapısı kötüleşirken siyasal istikrarsızlık da artıyordu. Çaresizlik içindeki
Başkan Hindenburg 30 Ocak 1933'te Hitler'i başbakanlığa getirdi. Büyük sermayenin desteğini alan Hitler, SA ve SS'lerin silahlı müdahalesi ile bütün siyasî partileri kapatarak, II. Dünya Savaşı'nın bitişine kadar devam edecek olan "Nasyonel Sosyalizm" adı verilen düzeni uygulamaya girişti.
Hitler bir yandan Yahudi Çingene ve Komünist Alman vatandaşlarını imha ederken, diğer yandan işsiz, ümitsiz ve öfkeli Alman gençliğini birleştirmek ve yönlendirmek için akla sığmayan çarelere başvurmaktaydı. Ülkede siyasî, askerî ve ekonomik kararları tek başına almaya başlayan Hitler, işsizlikle mücadele için 4 yıllık bir plan uygulamaya koydu. Devlet gelirlerinin yetersiz, yoksul halktan ek vergi
almanın da mümkün olmadığın gören Hitler, para piyasasından, bankalardan borç almaya girişti. "Ben
gidersem komünistler gelir" tehdidiyle büyük sermayeyi yanına almayı başardı. Sınai işletmelere hazine bonosu karşılığında büyük siparişler verilerek, 5 milyona varan işsiz sayısını düşürme yoluna gidildi. Açık finansman politikasının enflasyon etkisini dizginlemek için fiyat kontrolleri yoğunlaştırılmış, ücretler dondurulmuş, sendikalar kapatılmış, bankalar denetim altına alınmış ve kamu yatırımları hızlandırılmıştı.
Devlet silah sanayiine öncelik verirken bu alanda çalışan ve Hükümetle işbirliğine giren firmalara büyük fonlar aktarıldı. 1938 yılı sonunda silahlanma harcamaları GSMH'nın %25'ini temsil eden bir öneme ulaştı. Buna karşılık işsizler 5,5 milyondan 400 bine düşmüştü. Ekonomide iç pazar genişlerken dışa açılmada kolaylaştı. Komşu ülkelere ve alacaklılara sanayi malı satıp, hammadde ve gıda malları ithalatını sağlayan ikili anlaşmalar yapıldı. 1936'da yürürlüğü konan "Dört Yıllık Plan"ın uygulanması görevi H. Göring ile İktisat Bakanı Dr. Schacht'a verilmişti. Başlangıçta dünya ham madde fiyatlarının düşüklüğü, Alman sanayiinin hızla toparlanmasında etkili oldu. Fakat durum tersine dönünce ekonominin makro dengeleri bozuldu.
Liberaller silahlanma harcamalarının yavaşlatılmasında ve ithalatın artırılmasında ısrarlı oldular. Fakat karşılarında Göring'i dolayısıyla Hitler'i buldular. Gerçekten Hitler'in uyguladığı "güdümlü ekonomi modeli" "terör rejimi"rim desteğiyle 4 yıl sonra işsizliği ortadan kaldırmıştı. Ancak Batı Avrupa uygarlığının temeli olan "özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi" terk edilmiş, bunun yerine ırkçı, terörist, despot ve büyük çapta İtalyan Faşizm'ine yakın bir çağı dışı rejim Almanya'da 1933-1945 yılları arasında
egemen olmuştur. 1932 yılından itibaren 142 Alman ve Avusturyalı bilim adamı Türkiye'ye sığındı. Ve çoğu 1945'e kadar Türkiye'de kaldı.
Bunlar Hitler rejimine muhalif demokrat ve çoğunluğu Yahudi bilim adamlarıydı. Türkçe öğrenip Türkçe ders verdiler. Bu rejimin insanları II. Dünya Savaşı'nda 50 milyon civarında insanın ölümünün sorumlusu olarak hâlâ yargılanmaktadırlar. Ancak Hitler'i iktidara taşıyan büyük sanayici ve bankacılar, Nürnberg Mahkemelerinde ya beraat ettiler ya da çok az bir ceza ile kurtuldular.
 
4- Büyük Bunalım Karşısında Türkiye

Türkiye Cumhuriyeti'nin ekonomik tarihi içinde 1929 yılı olumsuz rastlantıların bir araya geldiği yıldır. Bu olumsuz gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz:
— Gümrük tarifeleri yükselecek diye aşırı ithalata gidilmesi,
— Büyük Dünya Bunalımı'nın dünya tarım ürünleri piyasasında talebi ve fiyatları hızla düşürmesi
nedeniyle ihracat gelirlerinin beklenmedik düzeyde azalması,
— Dış ticaret açığının rekor düzeye ulaşması ve Türk Lirasının hızla değer kaybetmesi,
— Osmanlı dış borçlarının ilk taksitinin vadesinin gelmesi...
Görülüyor ki, genç Türk Devleti 1929 Dünya Bunalımının yıkıcı etkilerine bütün boyutlarıyla katlanmak zorunda kalmıştır. Bu durumda ilkel bir tarım toplumu durumunda olan ülkenin nüfusunun çok büyük coğunluğunu oluşturan çiftçiler hızla yoksullaştı. Örneğin, buğday fiyatları 13,5 kuruştan 3,5 kuruşa, tütün fiyatları 71 kuruştan 30 kuruşa düştü. 1929 yılı ortalarında tarım ürünlerinin ortalama fiyatları düzeyine ulaşmak için çiftçiler 1939 yılını beklemek zorunda kaldılar. 1929 yılında cari fiyatlarla 2073 milyon TL olarak tahmin edilen GSMH, 1931 yılında 1391 milyon TL'na düştü. Dış ticaret açığı 1928 yılında 50 milyon lira iken, 1929 yılının sonunda 100 milyon lirayı aştı. Bunun sonucu olarak Atatürk'ü ve kamuoyunu üzen bir durum ortaya çıktı; Türk lirası önemli dövizler karşısında değer kaybetti. Örneğin 1928 yılında 956 kuruş olan İngiliz Sterlini, 1929 yılı sonunda 1081 kuruş oldu. Atatürk bu buhranı "... millî para buhranı" şeklinde niteleyerek Hükümetten ivedi ve köklü önlemler alınmasını istedi. Unutulmamalıdır ki, Ülkenin tüm dış ekonomik ilişkileri, o günlerde Osmanlı Bankası yöneticilerinin ve çok yakın çıkar ilişkileri içinde
oldukları azınlıkların insafına terk edilmişti. (Türkiye Ekonomik Tarihi) Hükümet'in tepkisini ve bakış açısını Başvekil İsmet İnönü 11 Aralık 1929'da Meclis kürsüsünde şöyle açıklamıştı:
"...Şimdi iktisadi açığın girift olan, güç olan asıl millî kısmına geliyorum. Devlet hayatında olduğu gibi millet hayatında da kendi menbaına yani istihsaline kifayet etmek endişesi; işte asıl büyük tedbir budur, Millet kendi istihsalinden fazla sarfetmeyerek kanaatkar bir hayata girmek mecburiyetindedir..."
Başbakan'ın halkı savurganlıktan uzak, tutumlu olmaya ve yerli malı kullanmaya çağıran bu konuşması TBMM'de olduğu gibi ülke düzeyinde de büyük destek buldu. G. Mustafa Kemal gönderdiği telgrafla Başbakan'ı kutlayarak görüşlerini onayladığını göstermiştir.
Hükümet ortaya çıkan olumlu ortamı dikkate alarak bir "Millî îktisad ve Tasarruf Cemiyeti" kurulmasını kararlaştırdı. TBMM Başkanı Kazım Özalp'in başkanlığında oluşturulan tüm milletvekillerinin üye olduğu Cemiyetin genel sekreterliğine iktisat vekilliği yapmış İzmir Milletvekili Rahmi Köken getirildi. Yazar Vedat Nedim Tör de Cemiyet'e "müşavir müdür" olarak katıldı. Kurucu üyeler arasında Hasan Saka, Celal Bayar, Yusuf Kemal Tengirşek, Fuat Umay, Rahmi Köken gibi devlet ve siyaset adamları vardı Çok kısa sürede Yurt düzeyinde örgütlenen bugünkü adı Türkiye Ekonomi Kurumu olan ve başkanlığını (2000-...) bu kitabın yazarının yaptığı Cemiyet'in ana amaçlan şöyleydi:
— Halkı israfla mücadeleye, tutumlu olmaya ve tasarruf etmeye alıştırmak,
— Yerli mallan tanıtmak, sevdirmek ve kullandırmak,
— Yerli malların miktarını, kalitesini ve rekabet gücünü artırmak.
Bu temel amaçlara uygun olarak her yıl 12-18 Aralık tarihleri arasında "Tasarruf ve Yerli Mallar Haftası" düzenlenmeye başlandı. Hafta boyunca okullarda, camilerde, askerî birliklerde ve radyoda vatandaşa iktisadi bilinç verilerek ulusal çıkarlara uygun davranmaları istendi. Atatürk Öncü olmak için yerli mallardan yaptırdığı giysilerle, 17 Aralık 1929'da halkın önüne çıktı. Cemiyet'in girişimiyle, Ankara'da 21 Nisan 1930'da "Milli Sanayi Numune Sergisi" açıldı. İki gün sonra "Birinci Sanayi Kongresi" toplandı. Bu Kongreyi 1931 yılında toplanan "Birinci Ziraat Kongresi" izledi. Hükümet bu amaçlara ve Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu koşullara uygun davranabilmek için yeni yasalara ihtiyaç duydu. 1930
yılının başından itibaren ardarda yürürlüğe konan ekonomik yasalarla Hükümet'e, ekonominin iç ve dış
dengelerini kurma ve koruma olanakları verildi.
Tasarruf önlemlerine rağmen hızla azalan Devlet gelirlerini artırmak ve temel kamu hizmetlerini sürdürmek için 30 Kasım 1930'da "İktisadi Buhran Vergisi Kanunu " yürürlüğe konmuştur. Bu durumu Ord. Prof. Dr. Ömer C. Saraç şöyle özetliyor:
"...Memleketin liderleri, liberalizm ve kapitalizme karşı o sıralarda dışarda ve Türkiye 'de marksist olmayan çevrelerce bile yapılan eleştirilerden de etkilenerek, 1923 'ten beri izledikleri iktisat politikasını değiştirmek lüzumunu duymuşlardır. Kabul edilen yeni politika Devletçiliktir."
Benzer bir değerlendirmeyi Prof. Dr. İsmail Türk şöyle yapıyor:
"1929 Buhranı memleketi özellikle çitçiyi büyük ölçüde sarsmıştı, üreticinin mahsulü değerlendirilemiyor ve memleket sanayileşme yolunda mesafe katedemiyordu. Sanayimizi arzu ettiğimiz şekilde geliştirmek ve çok önemli sınai tesisleri kurabilmek için, Devlet'in bizzat teşebbüse geçmesi gerektiği anlaşıldı."
1929 Büyük Bunalımı'nın yıkıcı etkileri, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de "piyasa ekonomisi" n& ve özel girişimciliğe olan güveni sarsmıştı. Her ülke kendi sosyo-ekonomik koşulları içinde çıkış yolları veya alternatif düzen arayışı içine girmişti. 1930 Türkiyesi'nde Prof. Dündar Sağlam'ın belirlediği gibi, parola değişti. Artık konuşulan veya kabul gören "özel teşebbüsün yapamadığını devlet yapsın" görüşü değil, "ülke için yararlı ve gerekli olanı devlet yapsın" görüşü idi.
 
Atatürk ve Devletçilik Dönemi

Kuramsal İktisat ve Atatürk

Gazi Mustafa Kemal daha Cumhuriyet ilan edilmeden, 17 Şubat 1923'te topladığı Türkiye İktisat Kongresi'ni açarken yaptığı konuşmasıyla çağını aşan, tüm geri kalmış ülkeler için geçerli olan ve hâlâ önemini koruyan iktisadi görüşler ve modeller ortaya koymuştu. Geri kalmış ülkelere yol gösteren Batılı iktisatçıların 1950'li yıllarda "Kalkınma İktisadı" konulan içinde tanımlamaya çalıştıkları temel ilke ve kavramları, Gazi anılan konuşmasında yıllar önce ele almıştı. Kalkınma iktisadı, geri kalmış bir ülkenin yoksulluktan çıkması için şu ana ilkelerin oluşmasını öngörmektedir: "Altyapının tamamlanması", "Tarım
sektöründe modernleşmeye öncelik", "Sanayileşme", "Ekonomik sektörlerin bütünleşmesi" ve "Ulusal düzeyde kalkınma planının hazırlanması" gibi... Mustafa Kemal, sömürgeciliğin egemen olduğu, "makro iktisat" ve "kalkınma iktisadı"mn temel kavramlarının bilinmediği 1923 yılında bu kavramları şöyle tanımlıyor:
1) Altyapının tamamlanması:
"Memleketimizi... demiryolları ile, üzerinde otomobiller çalışır karayolları ile örerek birbirine bağlamak zorundayız. Çünkü Batı'nın ve dünyanın kullandığı araçlar, bunlar oldukça...bunlara karşı merkepler ve kağnı ile ve doğal yollar üzerinde yarışmaya çıkışmanın imkanı yoktur. "
2) Tarımda modernleşmeye öncelik:
"Bu geniş ve verimli toprakları işleyebilmek, işletebilmek için eksik olan el emeğini, her ne olursa olsun, teknik araçlarla tamamlamak zorundayız... Yurdumuz bir tarım ülkesidir. Bu nedenle halkımızın çoğu çiftçidir, çobandır. Bundan dolayı en büyük kuvveti, gücü bu alanda gösterebiliriz.
3) Sanayileşme zorunludur:
"Fakat aynı zamanda sanayimizi de güzelleştirmek geliştirmek zorundayız. Eğer sanayi konusunda hoşgörür olmaya devam edersek, endüstri ürünleri yönünden, yine dış ülkelere haraç vermek zorunda kalırız."
4) Sektörlerin bütünleşmesi:
"Tarım ve sanayi ürünlerimizin paraya dönüştürülmesi için ticarete ihtiyacımız vardır... Çiftçinin sanatkara, sanatkarın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsinin birbirlerine ve işçiye muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir?"
5) Kalkınma planı:
"Fakat bütün bunlar söylendiği kadar basit ve kolay olmayan şeylerdir. Bunda başarılı olabilmek için; memleketin gerçeklerine uygun bir program (plan) üzerinde, bütün milletin birlik halinde ve aynı uygunluk içinde çalışması gerekir.
Mustafa Kemal anılan konuşmasında oluşturduğu "kalkınma modeli''ni hâlâ çağdaşlığını ve evrenselliğini
koruyan şu temel görüşe dayandırıyordu:
"Siyasal ve askerî zaferler, ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılamazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner."
Gazi, ülkelerin kalkınmasında veya toplumların çağdaşlaşmasında tek ve evrensel olan yolu şöyle tanımlamaktadır:
"Dünyada herşey için, uygarlık için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, tekniktir."
Görülüyor ki, yarı sömürge ve yoksul Türk Toplumu için Atatürk'ün oluşturduğu görüş ve öneriler, günümüzde özellikle bağımsızlığına geç kavuşmuş geri kalmış ülkeler için geçerliliğini korumaktadır.
Türkiye İktisat Kongresi'ni Ulu Önder'in telkinleri ve istekleri yönünde düzenlenmiş olan İktisat Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Kongrede yaptığı konuşmada "iktisadi sistem" anlayışını şöyle açıklamıştı:
"Biz ekonomi tarihi içindeki ekollerden hiçbirine benzemeyiz. Ne bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar
ekolünden, ne de sosyalist, komünist, etatist veya himaye ekollerinden değiliz. Bizim de yeni Türkiye'nin, yeni ekonomi anlayışına göre, yeni bir ekonomi ekolümüz vardır. Buna ben, Yeni Türkiye Ekonomi Okulu, diyorum... Yukarıda belirttiğimiz ekollerden hiç birine bağlı olmamakla beraber, memleketimizin ihtiyacına göre bunlardan faydalanmaktan da geri kalmayacağız. Yeni Türkiye, karma bir ekonomi sistemi izlemelidir." (Türkiye’nin Ekonomik Tarihi)
 
Bu görüşlerin ortaya konduğu günlerde henüz Lozan Barış Anlaşması müzakereleri bitmiş değildir. İtilaf Devletleri siyasî bağımsızlık karşısında iktisadi çıkarlarının devamını Ankara Hü-kümeti'nin kabul etmesini istiyorlardı. Bu yüzden barış görüşmeleri kesildi. O günlerde İzmir'de toplanan Türkiye İktisat Kongresi'nde ülkenin iktisadi bağımsızlığı konusunda taviz verilemeyeceği hususu Türk Milletinin kararı olarak açıklanmıştı. Bu ilişkiyi dikkate aldığımızda, Mustafa Kemal'in Türkiye için olduğu kadar tüm yoksul ve bağımsızlık savaşı veren ülke halklarına yönelik olarak Kognre'de vurguladığı şu sözünün anlamının büyüklüğü anlaşılacaktır: "Tam bağımsızlık için şu prensip vardır: Ulusal egemenlik iktisadi egemenlik ile
pekiştir ilmelidir."
Şevket S. Aydemir "Tek Adam" kitabında, Atatürk ve yakın çevresi dışında, "Türk aydınlarının iktisadi doktrinler üstünde bir araştırma ve tartışma geçmişi de yoktu. Türk aydınının dünya görüşü, ancak Fransız İhtilalinden süzülüp gelen bireyci açıdandı. Kurtuluş Savaşı içinde Birinci Millet Meclisi çevrelerinde meydan alan Sosyalizm çabaları da köklü değildi ve bir doktrine dayanmıyordu " diyor.
Başbakan İsmet İnönü, 30 Ağustos 1930'da Kayseri-Sivas demiryolunu işletmeye açarken yaptığı konuşmada, başlattıkları yeni iktisadi düzenin adını "Mutedil Devletçilik" diye açıklamıştı. Hükümet, Kurtuluş Savaşı'nı kazanan, Cumhuriyet'i kuran ve tek parti durumunda olan Cumhuriyet Halk Partisi'ne dayanmaktaydı. Yani Ülkede henüz muhalefet partileri yoktu. Atatürk'ün yakın arkadaşı Ali Fethi Okyar "Serbest Cumhuriyet Fırkası" adıyla 12 Ağustos 1930'da yeni bir siyasî parti kurdu.
Atatürk'ten sonra TBMM Başkanlığı, kısa bir süre Başbakanlık yaptıktan sonra Paris Büyükelçiliğine gönderilen A.F.Okyar, her fırsatta Başbakan İ.İnönü'nün düşünce ve uygulamalarına karşı olduğunu göstermişti. Yeni partinin kurucu üyeleri arasında Nuri Conker, Tahsin Uzel, Mehmet Emin Yurdakul, Süreyya İlmen, Ahmet Ağaoğlu... vardı.
 
Serbest Cumhuriyet Fırkası'nm kuruluşunda, A.F.Okyar'ın Cumhurbaşkanı Atatürk'ün onayını aldığı bilinmektedir. "Devlet-çilik"'m kurumlaşmaya ve tanımlanmaya çalışıldığı günlerde ortaya çıkan bu Parti'nin programında yer alan ekonomik hedefler ve politikalar şöyle özetlenebilir:
1) Vergiler vatandaşın girişim hevesini kırmayacak ve ödeme gücünü aşmayacak düzeye indirilecek,
2) Devlet gelirleri verimli alanlarda kullanılacak büyük alt yapı yatırımlarının bir kısmı ertelenecek,
3) Para politikası açıklığa kavuşturulacak ve yabancı sermaye girişi özendirilecek,
4) Vatandaşın iktisadi, mali ve sosyal girişimlerine engel olan her türlü kamu müdahalelerine son verilecek. Özel girişime destek olunacak,
5) Köylünün ve çiftçinin düşük faizle ve kolayca kredi alabilmesini sağlamak için Ziraat Bankası yeniden düzenlenecektir.
Parti çok kısa zamanda liberal ve anti devletçi aydınları bünyesinde topladığı gibi, yoksul halk kitlelerinin de ilgisini çekti. Pa.ti başkanı olarak A .F, Okyar'm Ege gezisine çıkmasını fırsat bilen "Laik Cumhuriyet "düşmanları yeni partinin bayrağı altında Hükümet'e, devrimlere ve hatta Atatürk'e karşı çıkan gösteriler yaptılar. Ülke düzeyinde gelişen ve yaygınlaşan tehlikeli tartışmalar, TBMM'ne de yansıdı. Atatürk'ün ikazı üzerine Serbest Cumhuriyet Fırkası yöneticileri partiyi feshetmek (18 Aralık 1930) durumunda kaldılar.
Genç Türkiye Cumhuriyeti, bütün Dünya gibi, 1929 Bunalı-mı'nın yıkıcı etkilerinden kurtulmaya çalışırken bu kez siyasal çalkantılar içine düştü. Serbest Fırka Bayrağı altında sokağa dökülen Cumhuriyet düşmanları 23 Aralık 1930'da başlarında Nakşibendi tarikatından Derviş Mehmet olmak üzere Menemen'de "...şeriat isteriz" diye Kaymakamlığa yürüdüler. Karşılarına yedek subay Asteğmen (öğretmen) Mustafa F. Kubilay bir manga askerle çıktı. Kubilay şehit düştü. Ama ayaklanma kısa sürede bastırıldı.
1930'lu yılların başında bazı aydınlar Türk inkılabını ideolojik ilkelerini kendi açılarından belirleme, aydınlatma ve bütünleştirme gayreti içine girmişti. Bu hareket içinde olan Şevket S. Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör ve İsmail Hüsrev Tokin gibi sol görüşlere yakın devletçiliğin Türkiye'ye özgü bir model olduğunu savunan yazarlar aylık Kadro Dergisi içinde "Kadro Hareketi"ni başlatmışlardı. Ana hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız iktisadi, siyasal ve sosyal olayların gelişimi, 1930'dan itibaren "Devletçilik"! uygulamasına geçişi hızlandırmıştır. Ayrıca Eylül 1932'de İktisat Vekili Mustafa Şerif Özkan'ın sağlık nedeniyle istifası üzerine; görev T.İş Bankası Genel Müdürü M. Cemal Bayar'a verildi. Bu atama iş dünyasının plan çalışmalarına gizli ve açık muhalefetinin aşılmasını kolaylaştırdı.
 
2- Devletçilik Uygulamaları
1929 yılı sonbaharı'nda patlak veren "Büyük Bunalım" çok kısa sürede S. Rusya dışında kalan tüm ülkelerin ekonomilerinin çökmesine yol açmıştı. Kriz,öncelikle ve büyük ölçüde tarım ü-rünleri piyasalarını tahrip ettiğinden, Türk ekonomisi üzerinde Kriz'in yıkıcı etkileri büyük olmuştu. Bir yıl içinde genç Cumhuriyet yönetiminin kurmaya çalıştığı iktisadi, sosyal ve siyasal dengeler altüst oldu. Dünya'nın ve Türkiye'nin içinde bulunduğu koşulları çok iyi değerlendiren Atatürk, ülkenin iktisadi ve sosyal yapısına uygun önlemleri ardarda yürürlüğe koymaya, diğer bir deyişle, " Devletçilik" ı kurumlaştırmaya başladı. İktisadi bağımsızlığı koruma ve yoksulluğu aşma yolunda seçilen amaç ve araçlar böylece açıklığa kavuşmuştu. Atatürk 1930 yılından itibaren gerçekleştirdiği siyasal, sosyal ve kültürel devrimlerini iktisadi reformlarla tamamlayıp ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmaya girişti. Önce laik hukuk devletinin
gereği olarak, Devletin ekonominin işleyişine müdahale ve yön verme yetkilerini tanımlayan yasalar çıkarıldı. Bu yasalar çerçevesinde çeşitli alanlarda öncü veya yönlendirici iktisadi faaliyetlerde bulunmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarının örgütlenmesi sağlandı. Yeni ekonomik düzene geçişi sağlayan, 1930-1933 arasında çıkarılan temel yasalar şunlardı:
1) 20 Şubat 1930 tarih ve 1567 sayılı "Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun ",
2) 10 Haziran 1930 tarih ve 1705 sayılı "Ticarette Tağşişin Men 'i ve İhracatın Murakabesi ve Korunması Kanunu",
3) 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı "TC Merkez Bankası Kanunu ",
4) 22 Temmuz 1931 tarih ve 1873 sayılı "Türkiye'ye Bazı Ülkelerden Yapılacak İthalata Tahdit ve Takyitler Tatbikine Dair Kanun ",
5) 1932 yılında yürürlüğü konan "Çay, Şeker ve Kahve İthalatının Bir Elden İdaresi Hakkında Kanun ",
6) 3 Haziran 1933 tarih ve 2262 sayılı "SÜMERBANK'm Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun",
7) 18 Haziran 1933 tarih ve 2299 sayılı "Ödünç Para Verme İşleri Kanunu",
Devletçiliğin altyapısını oluşturan bu yasaların zaman içinde boşlukları, doldurulduğu gibi, ihtiyaçlara cevap vermeyenler de yürürlükten kaldırılmıştır. Bu anlayış Atatürk'ün ölümüne dek başarıyla sürdürülmüştür.
1567 Sayılı yasa, paranın değerinin korunması ve ülkenin kıt döviz kaynaklarının yağmalanmasını önleme yönünde Hükümete etkili karşı önlemler alma yetkisi verirken, alınan kararlara uymayanların da cezalandırılmasını öngörmüştür. Yasa 3 yıl için yürürlüğe konduğu halde, Cumhuriyet döneminin en uzun ömürlü yasalarından biri haline gelmiştir. Çünkü yasa hükümetlere çok geniş yetkiler vermektedir. Hangi hükümet yetkilerinin kısılmasına razı olur?
 
TC Merkez Bankası'nın 1931 yılından itibaren faaliyete geçmesiyle ülkede kurulmakta olan "yeni ekonomik düzen"in kendisini dış ekonomik güçlere karşı koruması mümkün hale gelmişti. Böylece Osmanlı Bankası ve azınlıkların, ulusal ekonomik çıkarlara ters düşen karar ve davranışları denetim altına alınmış oldu. (Ekonomik Krizler Tarihi)
TC Merkez Bankası'nın kuruluş yasasının çıkarılması yönünde yürütülen çalışmalar hakkında ilk resmi bilgiyi III. İnönü Hükümeti'nde Maliye Bakanı olan Şükrü Saraçoğlu'nun 19 Nisan 1928'de bütçeyi Meclis'e sunuş konuşmasında buluyoruz. Maliye Bakanlığının yürüttüğü bu çalışmalar 1929'da yoğunlaşmış ve 1930 Haziran ayında son bulmuştur. Önce Alman uzmanlardan görüş ve öneriler alınmıştır (Müller Raporu).
Hükümet kendi gönişlerini katmadan önce İsviçre'li Prof. Dr. Leon Morf un da görüşünü almıştır. Morf un eleştirilerini dikkate alan Maliye Bakanı tasarıya son şeklini vererek Bakanlar Kuruluna sunmuştur. Hükümet kısa sürede tasarıyı Meclis Başkanlığına göndermiştir. İlgili komisyonda hızla görüşülen tasarı, çok küçük değişikliklerle TBMM genel kuruluna geldiğinde Maliye Bakanının temas halinde bulunduğu Fransız Prof. C. Rist'in görüşlerinin alınması için müzakereler ertelenmiştir. İki gün sonra görüşmeler yeniden başladığında bazı değişiklikler yapılmıştır. Sonunda 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı yasa ile TC Merkez Bankası kurulmuştur. Banknot basma imtiyazına sahip olan banka, 15 milyon sermayeyle ve karma yapılı bir anonim şirket olarak doğmuştur. Bankanın faaliyete geçmesi ancak 3 Ekim 1931'de mümkün olmuştur.
Zira örgütlenme ve Devletin kuruluş sermaye payını altın olarak ödemesi zaman almıştır. İhtiyaç duyulan dış finansman, The American-Turkish Investment Corporation ile yapılan "kibrit imtiyaz anlaşması"
karşılığında sağlanmıştır. Türkiye, kibrit, çakmak ve benzeri tutuşturucuların üretim, ithal, ihraç ve satış
haklarını 1 Temmuz 1930'dan itibaren 25 yıl süreyle bu Amerikan şirketine vermiştir. Bu imtiyaz karşılığında %6,5 faizle ve 25 yıl vadeli 10 milyon altın dolar kredi sağlanmıştır.
TC Merkez Bankası'nın ilk Yönetim Kurulu Başkanı Danıştay başkanı Nusret Meyta ve ilk Genel Müdürü
de o zaman Ziraat Bankası Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapan Selahattin Çam'dır.
SÜMERBANK, Atatürk'ün Türkiye'nin sosyo-ekonomik koşulları için belirlediği "Devletçilik"in temel kurumu veya sürükleyici gücüdür. Günümüz iktisat biliminde tanımlanan "kalkınma bankası" gibi kurulan ve örgütlenen SÜMERBANK çağını aşan, benzer koşullarda eşi olmayan bir banka modelidir. Zira gelişmekte olan veya geri kalmış ülkeler 1950'li yıllarda Dünya Bankası'nın isteği ve yardımıyla "kalkınma bankası" kurmuşlardır.
Sümerbank faaliyete geçtiği dönem için şu temel özellik veya yeniliği taşımaktadır. Bu modelde kamu fonlarıyla kurulan bir kuruluşun, özel hukuk düzeni içinde veya kâra yönelik olarak, piyasa koşullarına göre belirlenmiş işletmecilik ilkeleri önemlidir.
 
Kuruluş yasasında Sümerbank'in temel görevleri şöyle sıralanmıştı:
1) Devlet Sanayi Ofisi'nden devralacağı fabrikaları işletmek ve özel sanayi kuruluşlarındaki Devlet iştiraklerini yönetmek,
2) Özel yasalarla verilmiş yetkilere dayanarak kurulacak fabrikalar hariç olmak üzere, Devlet sermayesiyle meydana getirilecek tüm sınai kuruluşların etüt ve projelerini hazırlamak, yatırımı gerçekleştirmek ve yönetmek,
3) Kurulmaları veya genişletilmeleri ülke için iktisaden verimli olan sanayi işletmelerine kaynakları oranında iştirak veya yardım etmek,
4) Sanayi kuruluşlarına kredi açmak ve genel bankacılık faaliyetlerinde bulunmak,
5) Ulusal sanayiin gelişmesine yönelik önlemleri araştırmak... gibi.
Türkiye İktisat Kongresi kararlarına uygun olarak bir sanayi bankası kurulması, 19 Nisan 1925 tarih ve 633 Sayılı Yasayla mümkün olmuştur. Bir kamu sınai ve madencilik bankası olan bu bankanın adı Türkiye Sınai ve Maadin Bankasıdır. Osmanlı döneminden kalan 4 kamu sınai işletmesi bu Bankaya devredilmiştir. Beykoz Deri-Kundura, Bakırköy Pamuklu Dokuma, İstanbul Feshane Yünlü Dokuma ve Hereke İpekli-Yünlü Dokuma fabrikaları... Bu banka faaliyetlerini sürdürememiş, çünkü mali kaynak ve yönetim açısından yetersiz kalmıştı. Bunun üzerine bankanın sınai işletmecilik görevleri, yeni kurulan (1932) Devlet Sanayi Ofisi'ne, bankacılık faaliyetleri de Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası adı altında kurulan yeni bankaya devredilmişti. Böylece banka devlet mülkiyetindeki kuruluşların ticari ve sınai kurallara uygun olarak yönetilmelerinin mümkün olabileceğini, yani devlet işletmeciliğinin ilk örneğini oluşturdu. Bu kuruluşların
ikisi birden aktif ve pasifleriyle Haziran 1933'te kurulan SÜMERBANK'a devredilerek, tüzel kişiliklerine son verilmişti.
Sümerbank 20 milyon TL'lik bir kuruluş sermayesi ile devraldığı 4 sınai işletme, bir satış mağazası ve iki banka şubesiyle hizmet vermeye başladı. Sümerbank'in kaynak kullanımında veya faaliyetlerinde öncelikleri nasıl belirleyeceği kuruluş yasasında açıklamıştı. Örneğin, Bankanın hammaddesi ülke içinden sağlanacak sınai yatırım projelerine öncelik vermesi öngörülmüştü. İhracata yönelik bir yatırım projesi değerlendirmede ikinci derecede öncelik taşıyordu.
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (1934-1938) uygulamaya konduktan sonra, "Devletçilik"m temel kurum ve kuruluşlarının tamamlanmasına devam edilmiştir. 1936 yılında 2996 sayılı yasa ile (Maliye Vekaleti Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun) Maliye Bakanlığı çağdaş bir örgütlenme ve uzmanlaşma olanağına kavuştu. Özellikle enerji ve madencilik konusundaki araştırmaları ve işletmeleri denetim altına almak ve bir merkezden yönetmek için 1935 yılında 2805 sayılı yasayla ETİBANK, 20 milyon sermaye ile kurulmuştur. Yabancı sermayenin elinde bulunan Ergani-Murgul Bakır ve Divriği Demir İşletmeleri Etibank tarafından satın alınmıştır. Ereğli Kömür İşletmeleri de bu kuruluşa devredilmiştir. Aynı yıl ülkenin yeraltı servetlerinin araştırılması ve belirlenmesi çalışmalarını yürütmek üzere Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü kurulmuştur.
Ayrıca 11.6.1933 tarihinde 15 milyon sermaye ile yerel yönetimlere mali ve teknik destek vermek üzere Belediyeler Bankası (İller Bankası) oluşturuldu. Esnaf ve sanatkarın kredi ihtiyacını karşılamak üzere 1933'te kurulan Halk Bankası'nın 17.1.1938'de 3331 sayılı Yasayla faaliyete geçmesi sağlandı.
1937 yılında Deniz Bank kuruldu. İki yıl sonra bu banka tasfiye edilerek yerine Devlet Denizyolları Umum Müdürlüğü faaliyete geçirildi.
Sayıları ve faaliyetleri artan kamu işletmelerinin yönetimlerine ve faaliyetlerine belli bir düzen getirmek
için 1938 yılında 3460 sayılı "Sermayenin Tamamı Devlet Tarafından Verilmek Suretiyle kurulan İktisadi Teşekküllerin Teşkilatıyla İdare ve Murakabeleri Hakkında Kanun " çıkarılmıştır. Kamu kesiminde holdingleşme ve yasayla belirgin hale gelirken, kamu iktisadi kuruluşlarının denetimi Başkanlığına bağlı "Umumu Murakabe Heyeti"m verilmiştir. Bu yasa tam 22 yıl, yani 1964 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
 
Devletçilik uygulamaları tarım sektöründe de yeni oluşumlara neden olmuştur. Tarımı geliştirmek için
nitelikli tohum, damızlık, fide ve fidan yetiştirip çiftçiye dağıtmak üzere, Hazine arazisi üzerinde Devlet sermayesiyle örnek çiftlikler kurulması bu dönemde gündeme gelmiştir. Ankara'daki Gazi Orman Çiftliği uygulamasının başarılı olması, bu konuda karar alınmasını kolaylaştırmıştır. 1937 yılında Tarım Bakanlığı'na bağlı olarak kurulan "Zirai Kombinalar İdaresi" 193 8'de Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu adını almıştır. Daha sonra Devlet Üretme Çiftlikleri Genel Müdürlüğü adıyla katma bütçeli, tüzel kişiliği olan bir kamu kuruluşu olmuştur.
Atatürk bir yandan çorak Ankara'nın yanındaki büyük bataklık araziyi kurutup bugünkü Atatürk Orman Çiftliği'ni kurarken, diğer yandan modern tarım işletmeciliğini uygulayan örnek çiftçi de olmuştur. 5 Mayıs 1925'te yirmi bin dönüm araziyle kurulan bu Çiftlik daha sonra 102 bin dönüme ulaşmıştır. Atatürk bu modern çiftliği ölümünden önce Hazine'ye bağışlamıştır. AOÇ, 1950 yılında 5659 sayılı yasa ile Tarım Bakanlığı'na bağlı tüzel kişiliği olan iktisadi kuruluş haline getirildi ve bugünkü adını aldı. Ne yazık ki bazı hükümetler, çiftlik arazisine tecavüzleri ve işgalleri görmezlikten gelmişler ve gelmektedirler.
Atatürk çiftçilere yönelik konuşmalarında makina kullanmanın yararlarını anlatır ve bunun için de kooperatifleşmeyi teşvik ederdi. Devletçilik hamlelerinin ardarda geldiği 1930'lu yıllarda tarım kesimi için önemli sayılan (1935 yılında 2834 sayılı) "Tarım Satış Kooperatifleri" yasasının yürürlüğe girmesi
sağlanmıştır. Atatürk "tarım mı, sanayi mi? " tartışmasına girmemiştir ve girilmesine de izin vermemiştir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi O, ekonomik sektörlerin birbirini tamamlamasına veya dengeli büyümeye önem vermiştir.
Devletçilik döneminde dış ticaret politikası da değişmiş, özellikle gümrük yasa ve tarifelerini değiştirme olanağına kavuşan Devlet yasaklama ve kontenjanlarla ithalatı kısıtlamıştır. Buna bağlı olarak ithalat ve ihracat ikili anlaşmalara göre yürütülmüştür. Böylece dış ticaret kontrol altına alınarak Türk Lirası'nın dış değeri korunmuştur. Bu uygulamanın sonucu olarak dış borçlanmaya ihtiyaç doğmamıştır. Dış denge sağlanınca, içerde de anti-enflasyonist para-kredi ve maliye politikaları uygulanması kolaylaşmıştır.
Devletçilik uygulamalarının, azınlıkta olsalar bile, bazı çevrelerde tereddütler uyandırdığını gören Atatürk,
önce bu kesimin yakından tanıdığı Celal Bayar'ın İktisat Vekilliğine getirilmesini sağlamıştır. Sonra da Türkiye'de uygulamaya konan "Devletçi-lik"'m tanımını yaparak, C. Bayar aracılığıyla kamuoyuna duyurmuştur. Aşağıya aldığımız bu tanımı C. Bayar İzmir Fuari'nı açarken yaptığı konuşma sırasında okumuştur. Bayar bu tanımı Ocak 1936'da toplanan Sanayi Kongresi'ni açarken yaptığı konuşmada tekrarlamıştır. Prof. Afet İnan "Türkiye Cumhuriyeti'nin İkinci Planı 1936" adlı kitabında doğrudan Atatürk imzasıyla Devletçilik'in tanımını vermektedir:
"Türkiye 'nin tatbik ettiği Devletçilik sistemi 19. asırdan beri sosyalizm kuramcılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye'ye has bir sistemdir...
Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük
bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını gözönünde tutarak memleket iktisadiyatını
Devletin eline almak... Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan beri ferdi ve hususi teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi kısa zamanda yapmaya muvaffak oldu...
Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi, Liberalizmden başka bir sistemdir..."
Başbakan İsmet İnönü'nün sağlık nedeniyle görevini bırakması sonrasında (1 Kasım 1937) Celal Bayar Başbakan olmuştu. A-tatürk'ün ölümünden sonra İ. İnönü Cumhurbaşkanı seçildi. Oysa bu görevin kendisine verileceği beklentisi içinde olan C. Bayar, İnönü ile çalışmak istemedi ve 25.1.1939'da Başbakanlık görevinden istifa etti. Yeni Hükümeti Dr. Refik Saydam kurdu.
Tek bir siyasal örgütün varlığı, (C.H.P.) devlet yönetiminde otoriter bir yönetime olanak veriyordu.
Hükümetin izleyeceği politikaların temel ilkeleri 10-18 Mayıs 1931 tarihinde toplanan III. Kurultay'da kabul edildikten sonra 1935'te CHP programına girdi.
Bu ilkelerden biri de Devletçilik'tir. Diğer ilkelerle birlikte 6 ilke 5 Şubat 1937'de Anayasa'ya dahil edildi.
 
3- Devlet Öncülüğünde Planlı Sanayileşme

Atatürk'ün "Devletçilik"m uygulamaya geçmesini sağlayan görüş ve kararları 1930-1933 yıllan arasında yasalaşmış, kurumlaşmış ve bir modele dönüşmüştü. Bu modelin ana öğesi "Devlet öncülüğünde planlı sanayileşme" idi. Hemen hatırlayalım, 1933 yılında S. Rusya'da "merkezi planlama" uygulaması vardır ve dünyada benzeri uygulama yoktur. Büyük Dünya Bunalımı'nı aşmaya çalışan ABD'de Başkan Roosevelt, 1933'te çıkardığı T.V.A. kuruluş kanunu ile gelişmiş kapitalist ülkelerde ilk kez "bölge planlaması"
uygulamasını başlatmıştı. Aynı tarihte iktidara gelen Hitler, ülkesinde 4 yıllık bir plan yürürlüğe koyarak işsizlikle mücadeleyi amaçlamıştı.
Fakat geri kalmış ülkelerde "devlet öncülüğünde planlı sanayileşme" uygulaması ilk defa Atatürk Türkiyesi'nde gerçekleşmiştir. Bu planlama ile ülkede ihtiyaç duyulan temel sınai malları kamu girişimleri aracılığıyla üretme hedef almıştı. Plan hazırlandığında, dış kaynak öngörülmemişti. Planın öz kaynaklara dayalı olarak yürütüleceği görüşü egemen olmuştu.
 
Geri
Top