Yeraltı Ekonomisi

  • Konuyu açan Konuyu açan dderya
  • Açılış tarihi Açılış tarihi

dderya

kOkOşŞ
V.I.P
Yeraltı ekonomisi, piyasa kanalı ile arz ve talebin oluştuğu ancak, sağlık, güvenlik, ahlâk vb. gibi nedenlerle üretim ve pazarlaması yasaklanmış veya sıkı denetim altına alınmış malların gizlice üretim ve/veya pazarlanması sonucu oluşan ekonomidir. Başka bir yaklaşıma göre; yeraltı ekonomisi faaliyetleri, devlet yönetiminde boşluğu dolduran, organize olmuş suç örgütleri aracılığı ile yürütülen yasadışı ancak çıkar sağlayan her türlü faaliyetlerdir. Gerek uluslararası, gerekse ulusal boyutlarda olsun, yeraltı ekonomisi faaliyetlerinin temel özellikleri örgütlü olması ve şiddet içermesidir. Bu nedenle yeraltı ekonomisi faaliyetleri dendiğinde akla ilk gelen mafyadır. Hatta yeraltı ekonomisi, "mafya ekonomisi" şeklinde de ifade edilmektedir.

Yeraltı ekonomisi faaliyetleri, organize olmuş suç örgütleri aracılığıyla yürütülür. Risk unsurunun yüksekliği nedeni ile kar marjları çok yüksek olan yeraltı ekonomisinde, faaliyetlerin yasalara aykırı olması arzı kısıtlar, buna karşılık talep inelastikdir. Bundan dolayı fiyatlar yüksek seviyelerde oluşmaktadır. Yeraltı ekonomisinde bir dizi bağımsız küçük ve orta büyüklükte birimin etkin olduğu, kriminalize olmayan kesime mal ve hizmet sağlayan rekabetçi sektör ile, bu rekabetçi sektöre mal ve hizmet satan ve uluslararası ilişkilere sahip yöneticilerin bulunduğu bir oligopol piyasa söz konusudur. Yeraltı ekonomisinde kar marjları çok yüksek ve çok karlı olduğundan, bu piyasaya giriş talebi de yüksektir. Ortaya çıkan rant paylaşım kavgası piyasa yöneticilerini zaman zaman çatışmaya iter. Böylesine bir rant paylaşımı mücadelesinde de, resmi güçleri yanına çekebilen taraf kârlı çıkmaktadır. Bunun anlamı, yeraltı ekonomisinde faaliyet gösterenler çok az da olsa bir kısım resmi makam mensupları ile beraber çalışır ve sağladıkları kârın bir bölümünü bu kişilere transfer e-der.

Suç örgütlen sahip oldukları büyük parasal güç sayesinde bir yandan sosyal, etnik ve kültürel farklılıkları istismar ederek toplumsal ve siyasal destek sağlarken, diğer yandan da devletin en üst kademelerine kadar etki alanlarını genişleterek, devlet eliyle kendi güçlerini artırmakta ve toplumsal bozulmalara neden olmaktadır.

Yeraltı ekonomisinin en önemli özelliği faaliyetlerin organize olmuş örgütler aracılığıyla yürütülmesidir. Bu nedenle her ülkede farklı şekilde isimlendirilse de (Kolombiya'da Madellin Kartel, Japonya'da Yakuza gibi) mafya olarak bilinen oluşum yeraltı ekonomisi faaliyetleri ile özdeşleşmiştir. Yeraltı ekonomisinin en önemli unsuru mafya; dünyada en büyük ekonomik güçler arasına girmiş, faaliyetleri ile ciro sıralamasında petrol, otomotiv, elekrik/elektronikten sonra dünyanın dördüncü sektörü haline gelmiştir. O halde mafya nedir?
 
Konu ülkemiz açısından düşünüldüğünde, oldukça vahim bir tablo ortaya çıkmaktadır. Nitekim 7. Beş Yıllık Kalkınma Planında ülkemizin eğitim konusunda bulunduğu durum açık bir şekilde ortaya konmuştur. Buna göre; "1990 yılı itibariyle 6 ve daha yukarı yaştaki nüfus içerisinde erkeklerin %11.2'si, kadınların ise %28'i okuma yazma bilmemektedir. Okur-yazar erkek nüfusun %73.6'sı ilkokul mezunu veya herhangi bir eğitim kurumunu bitirmemiştir. Okur-yazar kadınlarda ise bu oran %81.6'dır. Orta-okul ve dengi okul mezunu olanların oranı erkeklerde %10.8, kadınlarda %7.6'dır. Okur-yazar erkek nüfusu içerisinde lise ve dengi okul mezunu olanların oranı %10.7 ve yüksek öğretim mezunu olanların oram %4.7 iken, bu oranlar okur-yazar kadın nüfus içerisinde sırasıyla %8.3 ve %2.6'dır." "İşgücünün eğitim düzeyi de yeterli ölçüde geliştirilememiştir. 1990 Genel Nüfus Sayımı sonuçlarına göre işgücünün ancak %5.2'si yüksek öğretim, %9.7'si lise ve dengi okul, %7'si orta okul ve dengi okul mezunu olup, geri kalan %78.1'i ilkokul mezunu veya daha düşük eğitim düzeyindedir" (DPT 1997).

Sayısal çıkmazların yanı sıra, eğitim sistemimiz nitelik bakımından da önemli olumsuzluklar sergilemekte ve toplumsal gelişmeyi önlemektedir. Eğitimde fırsat ve olanak eşitliği tüm çabalara rağmen gerçekleştirilememiştir. Eğitim faaliyetlerinde bulunan kurumlar arasında koordinasyon sağlanamamıştır. Her eğitim düzeyinde; zihinsel etkinlikleri el ve beden etkinliklerinden üstün tutan düşüncelerin ve inançların etkileri altında oluşmuş, öğrencilerin ilgi, yetenek ve kapasite yönünden birbirinden farklı olduğunu dikkate almayan ezberci, katı ve yetenekleri körelten bir eğitim sistemi ortaya çıkmıştır. Öğrencileri 6 yaşından itibaren sürekli bir yarışma gerilimi içinde tutan sınav sistemi öğrencilerin çalışma zevklerini dumura uğratmaktadır. Öğretim programlarının bilimsel esaslara göre geliştirilmesinde yeterli gelişme sağlanamamıştır. Öğretmen ve öğretim üyesi sayısındaki yetersizlikler ve dağılımındaki dengesizlikler, imkan ve fırsat eşitliği yanında eğitimin kalitesini de olumsuz şekilde etkilemektedir (Detaylar için Bkz. Adem 1993). Türk eğitim sisteminin sorunları detaylandırılıp, dramatik durum çeşitli şekillerde örneklendirilebilir. Vurgulanması gereken unsur, toplum olarak yeterli eğitimde olmadığımız, eğitim sisteminin de suç işlemeye yeterince mani olmadığıdır. İşte böyle bir ortamda yeraltı ekonomisi faaliyetlerinin önlenmesi için gerekli kısıtlar ortadan kalkmaktadır.
 
Yer Altı Ekonomisinin Ekonomik Nedenleri

Yeraltı ekonomisinin ekonomik nedenlerinin başında ekonomik nedenlerle uygulamaya sokulmuş olan yasaklar gelir. Ayrıca işsizlik ve gelir dağılımı bozukluğu da yeraltı ekonomisine neden olan önemli unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır.

Yasaklar

Ekonomik anlamda meta olan her mal ve hizmet piyasada oluşan arz ve talep koşullarına göre üretilip, pazarlanabilir. Ancak bazı mal ve hizmetlerin kamu sağlığı ve güvenliğini tehdit etmesi ve stratejik önemi, dini ya da ahlâki nedenlerle yasaklanabilir. Yasaklar, yeraltı ekonomisini besleyen en önemli faktörlerden biridir. Yasaklar özel nitelikli mal ve hizmetler için geçerli olup; üretimi, tüketimi, ticareti ve depolama faaliyetlerini kapsayabilmektedir. Yasakların en yaygın olduğu alanlar (Bkz. Türkkan 1995):

• Uyuşturucu Maddeler,

• Silah ve mühimmat,

• Stratejik maddeler ve malzemeler,

• Alkollü içecekler, sigaralar,

• Altın ve kıymetli madenler,

• Organ, bebek, çocuk ve göçmen ticareti,

• Tarihi eserler, nesli tükenmiş canlılar,

• Çeşitli döviz ve sahte para.

Bunların yanı sıra; ticari ambargolar veya koruma amaçlı getirilen yasaklar nedeniyle de birçok normal veya özelliksiz mallar da yasaklamaya konu olabilmektedir.

Tüm bu sayılan yasaklanmış mallar için olağan piyasada olduğu gibi arz ve talep koşulları geçerlidir. Ancak yasaklar bu malların arzını dışsal faktörlerin etkisine sokar ve yasakların yarattığı risk bedelinin sonucunda arz eğrisi dikleşir. Böyle bir ortamda arzın kısılması fiyatların yükselmesine neden olur. Aynı şekilde bu mallara olan talep esnekliğide sert olduğundan yeraltı ekonomisi piyasasında işlem gören mallar olağanüstü yüksek fiyatlar ve kar marjları ile gerçekleşir. Neticede yasaklar sonucu oluşan aşırı kârlar, birçok birey için cazip olabilir ve yeraltı ekonomisi faaliyetlerine zemin hazırlar.
 
İşsizlik

İşsizlik, işgücü piyasasında emek arz ve talebi arasında dengenin sağlanamamasından kaynaklanmaktadır. İşsizliğin ortaya çıkmasında etkili olan emek arz ve talebi, işsizliğin kökeninde üretim faktörlerinin dengesizliğinin bulunduğunu gösterir. Gerçi iktisat teorisinde "iradi" işsizlikten de bahsedilir. Yani cari ücret düzeyi üzerinden çalışmak isteyen herkesin iş bulduğu ortamda bile, işgücü piyasasının dinamikleri veya işle ilgili bilgi akışının tam olmaması nedeniyle bir miktar işsiz her zaman bulunacaktır. Ancak gelişmekte olan tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de önemli olan, iradi işsizlikten daha çok, arz ve talep dengesizliğinden kaynaklanan işsizliktir.

Türkiye'de işsizliğe neden olan ve işgücü arzını etkileyen en önemli faktörler nüfusun istihdam olanaklarından daha hızlı artması, teknolojik gelişmeler ile birlikte sınırlı sayıda ve nitelikli işgücüne istihdam olanaklarının sunulması ve başta büyük şehirler olmak üzere göç olarak özetlenebilir. Buna karşılık işgücü talebini etkileyen en önemli faktörler işgücü talebinin artmasını sağlayacak olan yatırımlar ve üretime katılacak diğer üretim faktörlerinin kompozisyonu oluşturmaktadır. Sayılan bu faktörlere ek olarak çok önemli bir diğer unsur ise işgücü piyasasında gözlenen aksaklıklardır.

Şubat 1997'de yayınlanan bir çalışmaya göre, Türkiye genelinde işsizlerin %48.7'si; kentsel alanlarda %45.4'ü; kırsal yerlerde ise %52.2'si ilkokul mezunudur. Genel kültür veren liselerden mezun olanlar, işsizler içinde ikinci büyük grubu oluşturmaktadır. İşsizler arasında meslek okul mezunlarının ve üniversite mezunlarının bulunması, ülkemizde bu kurumların yeterli nitelik ve beceri kazandırma başarısını gösteremediğinin kanıtıdır (TİSK 1997).

Ülkemizde sanayileşmede arzu edilen düzeye gelinememesi ve yatırım yetersizliği nedeniyle, tarım toplumu olma niteliği devam etmektedir. Yatırımlarda görece azalma sorunu ağırlaşarak devam etmekte ve sanayide ciddi bir yatırım boşluğu oluşmaktadır. Özel sektör, uzun vadede rekabet gücünü belirleyen teknoloji ve insan kaynakları yatırımlarını gerektiği Ölçüde yapamamakta, ekonominin üretken istihdam yaratma kapasitesi sınırlanmaktadır. Bunun temel nedeni ise ekonomide hatalı kaynak dağılımına dayanmaktadır. Kaynakların ekonominin verimliliğini önleyen aşırı gelişmiş ve hantal kamu kesimince israf edilmesi sonucu, kamu kesimi finansman dengesinin bozulmuş olması nedeniyle oluşan rant ekonomisi yatırımları olumsuz etkilemektedir. Ekonomik yapımız üretimden uzaklaşmış; büyüme yatırım, üretim ve ihracat artışı yerine sıcak para ve borçla finanse edilen tüketime dayandırılmıştır. Neticede, artan nüfusa yeterince iş alanı oluşturulamamıştır.

Ülkemizde, sosyal politikaların maliyetinin sürekli olarak kayıtlı sektöre yüklenmesi, devletin vergi, sigorta, fon şeklindeki istihdam vergilerinin ağırlığı, cezalandırıcı mevzuat, toplu iş sözleşmesi sistemimizin işletmelerin yatırım ihtiyaçlarını gözetmemesi, örgütlü sanayide istihdamın azalmasına, işletmelerin bölünmesi ile ölçek küçülmesine, taşeronlaşmaya, kayıt dışına yönelişe ve sendikal sistemden kaçışa neden olmaktadır (TİSK 1997).
 
Ülkemizde işgücü piyasasında yaşanan aksaklıklarda işsizliğin artmasına neden olmaktadır. Ülkemizde uygulanan Toplu İş Sözleşmesi sistemi, işletmelerin ve ekonominin olanaklarını ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmamaktadır. Sosyal politikalar rekabet gücünü ve istihdamı artırır şekilde düzenlenmemekte; çalışma mevzuatı ve toplu iş sözleşmeleri esnek hükümler içermemesi nedeniyle işletmelerin ekonomik konjonktürdeki dalgalanmalara uyumunu olanaklı kılmamaktadır.

Türkiye'de ücretler işgücü verimliliği ve piyasa koşulları yerine, tamamen siyasi ve keyfi bir şekilde belirlenmektedir. Ülkemizde işgücü piyasası, devletçi geleneğimize paralel olarak, gerçek anlamda bir piyasa değildir ve hazine tarafından kısmen vergilerle, kısmen borçlanma ve kısmende enflasyon ile sübvanse edilmektedir. Bu nedenle de ücret, ekonomik yani verimliliğe göre değil siyasal ücret olarak; istihdam da rekabete göre değil, siyasal iradeye göre tayin edilmektedir (Akalın 1994).

Türkiye'de işgücü piyasasında piyasa ücretinin, emeğin rekabet koşullarında oluşan marjinal verimliliğine göre belirlenmesini önleyen üç kurumu AKALIN şöyle tarif etmektedir: "Birincisi, bir işveren olarak devlet, toplu pazarlık ve toplu sözleşme sisteminin işletildiği sendikalı işçilerin bulunduğu kesimde, monopson durumunda, yani ücreti belirleyici güçtedir. İkincisi, yasal bir işgücü tekeli olan sendikaların, devlete ve dolayısı ile özel sektöre, fiilen ücret düzeyini empoze edebilmeleridir. Üçüncüsü ise, devlet ve sendikalar arasında sıkışan işverenlerin de; işgücü piyasasındaki paylarının küçük olması ve sürekli enflasyon koşulları altında; maliyet artı kar fıyatlandırması ile ücret artışlarını tüketiciye yansıtabilirle olanaklarının bulunması nedeniyle, sendikalar ile tüketicilerin sırtından anlaşabilmeleridir" (Akalın 1994:24).
 
İşgücü piyasasında yaşanan aksaklıklar, nüfus artış hızının yüksekliği, insan gücü planlamasının iyi yapılmamış olmasından kaynaklanan eğitim düzeyindeki yetersizlikler, kaynak dağılımındaki aksaklıklardan kaynaklanan bütçe açıkları sonucu "rant ekonomisinin" üretim ekonomisini ikame etmesi ve yetersiz ekonomik büyüme işsizlik sorununu ülkenin temel ekonomik sorunlarının üst sıralarına taşımıştır. 1996 resmi rakamlarına göre işsizlik oranı %6.3, eksik istihdam oranı %6.3 olmak üzere %12.6'lık atıl işgücü oranı söz konusudur. Bu rakamlar resmi rakamlardır ve uluslararası standartlara uymamaktadır ve tartışmaya açıktır (Örneğin 1992 yılında Almanya'da işsizlik oranı %9.2 iken, Türkiye'de %7.9'dur). Ancak tartışılmadan kabul edilen; yüksek oranda işsizliğin pek çok ekonomik ve sosyal sorunu da beraberinde getirdiğidir. İşsiz olanın gelir elde edemiyor olması nedeniyle legal-illegal her işi yapabilecek olması ve işsizliğin özellikle genç nüfusta yaygınlaşması yeraltı ekonomisinin geniş zemin bulduğu ortamdır.

İşsizlik ve yeraltı ekonomisi arasındaki ilişki çok uzun zamanlardan beri tartışılmaktadır. Günümüzde işsizlik ile yeraltı ekonomisi arasında doğrudan ilişki kurulamamaktadır. Gerçi yapılan bazı çalışmalarda işsizlerin daha geniş zamanları olması ve gelir elde e-dememesi nedenleri ile suça yatkın olabilecekleri iddia edilmektedir. Ancak milyonlarca işsizin suç işlememesi, hatta çocuklarını da suç işlemekten korumaya azami gayret gösterdikleri bilinmektedir. Bu nedenle işsizlik ve yeraltı ekonomisi arasında doğrudan bağlantı kurulamamaktadır. Kurulabilecek tek ve önemli ilişki, işsizlikle bağlantılı olan bir kısım sosyal etmenlerin varlığı ve bunların yeraltı ekonomisine zemin hazırladığıdır.

Bir ülkede işsizlik artmış ise gelir dağılımının bozulması da kaçınılmazdır. İşsizlikle beraber gelir dağılımının da bozulması toplumsal normların sorgulanmasını ve ahlâki çöküntüyü beraberinde getirir. Sonuçta yeraltı ekonomisinde faaliyet göstermenin kısıtlayıcı unsurları etkisini kaybeder
 
Yer Altı Ekonomisinin Bürokratik Nedenleri

Kamu Otoritesinin Yetersizliği

Yeraltı ekonomisinde oluşan yüksek kar marjları, tüm akılcı davranan ve risk sever bireyler için çekici olabilmektedir. Ancak yakalanma olasılığı ve yasal yaptırımlar caydırıcı unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifade ile; bireyin (veya oluşan suç örgütlerinin) yeraltı ekonomisinden beklediği çıkar, zamanını ve kaynaklarını kullanarak yasal faaliyetlerden beklediği çıkardan fazla ise yeraltı ekonomisi faaliyetleri (hırsızlık, kaçakçılık, tefecilik, rüşvet vs.) gerçekleşecektir. Gerçekleşmemesi için yakalanma olasılığının yüksek ve cezaların ise şiddetli olması gerekir. Yakalanma olasılığı ve cezaların şiddeti ise doğrudan kamu otoritesi ile ilgilidir.

Türkiye geleneksel bir toplum olmaktan çıkan ve hızla sanayi toplumu haline gelen bir ülkedir. Bu süreçte geleneksel toplumsal yapıda bazı değişikliklerin olması ve bu değişimin toplumun tüm katmanlarında ve dolayısıyla toplumsal yaşamı belirleyen bütün yapılarda kendini göstermesi kaçınılmazdır. Yaşanan toplumsal, siyasal ve ekonomik hızlı değişim, kamu düzeninde olumsuzluklara neden olmuş ve kamu otoritesi sarsılmıştır. Kamu otoritesinin yetersizliği yeraltı ekonomisini besleyen önemli faktörlerden biridir. Toplumsal yaşamın gerekli kıldığı zorunlu temel kuralları sağlamakla yükümlü olan kamu otoritesinin temeli, güvenlik ve adalet sistemine dayanır. Güvenlik ve adalet sistemi ise o ülkedeki siyasal yapılanma ve bürokratik sistemle doğrudan ilişkilidir. Aşağıda Türkiye'de siyasi yapılanma, bürokrasi, güvenlik ve adalet sisteminde gözlenen aksaklıklar özetlenmiştir.
 
Siyasal Yapılanmadan Kaynaklanan Nedenler

Kamu otoritesini sarsan nedenlerin başında sistemin yapısı ve işleyişi gelmektedir. Türkiye'de mevcut siyasal yapılanma kamu otoritesini sarsmaya yönelik bir görüntü arz etmektedir. Bu gelişmenin gerisinde Türkiye'de ki siyaset geleneği yatmaktadır. Türkiye'de siyaset geleneğinin temelinde "hikmet-i hükümet" felsefesi ağırlıklı bir yer işgal etmektedir. Bu felsefeye göre, devletin yaptığı her işlem ve eylemde bir "hikmet" vardır. Devlet sivil toplumun bir aleti değil, egemen iradenin en üst tecessümüdür, millet devletin malı-mülküdür, bu nedenle onun üstünde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Bu çerçevede, devletin güvenlik ve bekası için yapılan her şey olağan sayılmaktadır (Erdoğan 1997).

Türk siyasetinin bir başka özelliği patrimonyal unsurların varlığıdır. "Patrimonyalizm de devlet yönetimi 'hane halkı' yönetimine benzer. Böyle bir durumda siyasi iktidar 'hane'nin reisi, -yani baba- buna karşılık teba da aile efradı ve yakın akrabalar konumundadır. Dolayısıyla, patrimonyal yönetimde idari memurlarda, yöneticinin bir lütfü veya ödülü olarak, çoğunlukla yöneticinin akrabaları, hizmetkarları ve kişisel gözdeleri olup yöneticiye kişisel olarak bağlıdırlar" (Erdoğan 1997:163). Türkiye'de hakim olan patrimonyal siyasetin sonucu olarak kayırmacılık - kollamacılık, nepotizm gibi yoz yöntemler kaçınılmazdır.

Türk siyasetinin ayırt edici bir diğer özelliği, devletin "resmi ideoloji"sinin varolmasıdır. Ülkemizde, üstün ve tartışılmaz olan sadece devlet değil, aynı zamanda toplumun hayat tarzını empoze eden ve cebri modernleşme dayatan ideolojisidir. Devlet kendisini idame ettirebilmek için gerekenleri yapmakla yetinmemekte; ayrıca toplumu da yönlendirmeye, nasıl düşünmeleri ve nasıl yaşamaları gerektiğini buyurmaktadır. Gerektiğinde resmi olarak empoze edilen hayat tarzını seçmeyenlerin okuma, kamu görevlisi olma veya mesleğini icra etme hakkını ellerinden almaktadır. İdeolojik devlet belirli bir hayat tarzını egemen kılmak istediğinden; özgürlük, insan hakları ve hukuk devleti gibi idealler asla gündeme gelmez, geldiğinde ise sadece tartışılır, uygulan(a)maz. Devlet; ideolojisini benimseyenleri kayırıp, onları ayrıcalıklı konuma getirir. Böylece iki sınıf vatandaş ortaya çıkar: imtiyazlılar ve ikinci sınıf vatandaşlar. Siyasal yapılanmadaki bu özelliği A.YAYLA şöyle tarif eder: "Türkiye bürokratik, merkeziyetçi ve tutucu bir siyasi yapıya sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hayli ideolojik bir devlettir. Ancak onun asıl ayırt edici özelliği, ideolojisinden ziyade, devletin kendilerinden olduğuna ve en büyük "yurtseverler" olarak kendilerine vatanın bütünlüğünü ve milli menfaatleri korumak görevi düştüğüne inanan ve hakimiyetlerini bu gerekçelerle meşru göstermeye çalışan sivil - asker - bürokrat elitlerin iktidara sıkı sıkıya yapışmış olmasıdır. Bu elitlerin bir kısmı siyasi yelpazenin sağında, bir kısmı solunda yer alıyormuş gibi görünse de bu önemli değildir. Kritik anlarda son derece rahat ittifak yaptıkları ve iktidarlarını korumak için güçlerini kullanmaya çalıştıkları görülmektedir" (Yayla 1993:21). Bu durum devlet-millet kaynaşmasını önlemekte, devlet zaafa uğramakta ve demokrasi yerleşememektedir.
 
Türkiye'de hükümet sistemi iyi işlememekte, yasama ve yürütme organları bekleneni veremedikleri gibi, birçok soruna da temel teşkil etmektedirler. Siyasal sürecin başlıca aktörleri olan siyasal partiler, anayasal kurumlar, sivil toplum örgütleri, baskı grupları ve seçmenler gerekli işlevleri yerine getirememektedir.

Türkiye'de siyasal yapıyı oluşturan temel kurumların büyük bir bölümü için ülkemizde uygulanan siyasal sistem tartışma konusu değildir. Siyasal sistemin temel kurumları olan siyasal partiler, bürokratlar, ordu ve sivil toplumun büyük bir kısmı varolan rejimi benimsemiş görünmektedir. Oysa varolan sistemde devlet ve toplum ilişkilerine bakıldığında, demokratik rejimin sağlıklı bir şekilde işlemesini kolaylaştıracak sosyal yapı ve kurumlar, ahlâki değerler ve ilişki biçimleri yeterince gelişmemiştir. Bu nedenle sistem sık sık krize girmekte ve demokrasi ordu müdahalesi ile askıya a1ınmaktadır. Sistemin en önemli sorunu iktidarın sınırlanmamış olmasıdır. Siyasal iktidarı elinde bulunduran kesim için karar almak ve uygulamak, belli kurallar ve değerler olmadığından, ciddi bir risk taşımamaktadır. Bu nedenle yanlış kararlar veya kaynak savurganlığı sonucu kısa ya da orta vadede oluşabilecek bir kriz, karar vericiler üzerinde bir yaptırım olmadığından, sorumsuz davranışlara neden olabilmektedir. Siyasiler için tek kısıtlayıcı unsur, kısa vadede partinin oy kaybetmesidir. Ancak partinin oy kaybetmesi de, siyasal partilerin yapılanması nedeniyle lider ve yönetici kadrosu için önemli bir risk taşımamaktadır (Detaylar için Bkz. Saybaşılı 1992, Çapoğlu 1994).

Türk siyasetinin önemli bir parçası olan siyası partilerin yapılanması siyasal değişimi önlemekte ve lider egemenliğini sürekli kılmaktadır. Bunun temelinde parti örgütünün güçsüz bir yapıda olması, örgütlerin hiyerarşik bir yapı içerisinde bulunması ve tepedeki liderin belirleyici olması yatmaktadır. Lider hiyerarşik gücünü sürekli olarak kendisinin ve çevresinin iktidarını korumak için kullanmakta, liderlerin çevresi ile olan ilişkilerinde liyakat değil sadakat belirleyici olmaktadır. Bunun sonucunda yeni görüş ve kişiler lider ve çevresi için tehdit unsuru olmaktadır. Bu hiyerarşik yapılanma hızlı değişim ortamına ayak uyduramamakta ve yeni ufuklar açamamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti merkeziyetçi bir biçimde örgütlenmiştir. Merkeziyetçi yapının birçok olumsuz sonucu olmakla birlikte, en önemli olumsuzluk kaynakların merkezde toplanmasıdır. Bu durum iktidar olmanın önemini artırır. Kuramsal olarak, iktidara gelen siyasal bir parti, kaynakları mümkün olduğunca optimal kullanmak zorundadır. Ancak, siyasal iktidarı sınırlayıcı bir gücün olmaması, kaynakların patronaj amaçlı yani parti ve yandaş çıkarları doğrultusunda rant yaratıcı ve kollamacı kullanımına yol açmaktadır (Goşar-Örs 1996).
 
Siyasal yöntemlerle rant yaratma ve kollamacılık, Türk siyasetinin temel öğesi haline gelmiştir. Türkiye özellikle 1951'den sonra inişli çıkışlı da olsa sürekli olarak ekonomik büyüme ve gelişme süreci yaşamaktadır. Bu büyüme süreci önceleri devletin öncülüğünde de olsa giderek güçlenen bir özel girişimci kadrosu artık Türkiye'de toplumsal gelişmenin itici gücü durumuna gelmiştir. Ancak bu özel girişimciler, her dönemde devletten teşvikler, düşük faizle yatırım olanakları, gümrük ve vergi indirimleri vs. gibi kolaylıkları beklemektedir. Bu ayrıcalıkların hangi kıstaslara dayanarak kimlere tahsis edileceği belli kurallara bağlı olmadığından yozlaşmaya neden olmaktadır. Bir yandan devletin dağıttığı ayrıcalıklardan yararlanmak isteyenler, iktidar sahipleriyle yakın ilişkiler kurarak tahsislerin kendilerine kaydırılmasına çalışmakta, diğer yandan iktidarda bulunan partiler, ekonomik ayrıcalıkları tahsis etmek için kendilerine siyasal ve maddi destek verilmesini istemektedirler. Bugün ülkemizde başarısını doğru ekonomik kararlar almak yerine "doğru" siyasi tercihler yaparak sağlamış, iktidar kaybedilince de, başarısı sona ermiş birçok firma ya da kişi vardır (Turan 1993).

Bu kollamacı siyasetin bazı yapısal nedenleri vardır: "Birincisi, devletin doğrudan kullandığı ve dağıttığı kaynaklar çok fazladır, fakat siyasi partiler 1950 sonrasında hızla artan bir şekilde tercihlerini bürokrasiyi rasyonelleştirmek, tarafsızlaştırmak ve bürokratik süreci azaltmanın yerine, bürokrasiyi politize etmek ve bu mekanizmayı yoğunlaştırıp güç kazanmak şeklinde koymuşlardır. İkincisi, 1970 sonrasında çok uzun süreler yerel yönetimler ve merkezi yönetim aynı siyasi partilerin kontrolünde olmuş, her ikisi kanalıyla da siyasi partiler kendi yandaşlarını kuvvetlendirmek için yarışmışlardır. Yani belediyeler ve merkezi yönetim, partilerin birbirlerine kollamacı siyasette üstünlük sağladıklarının ispat alanı olmuştur" (Ayata-Güneş 1993:388).
 
Ülkemizde temel normları ve kuralları devlet koymuştur. Devletin koyduğu normlar, sivil toplumun gelişmesini özendirmekten çok genel olarak düzenleyici ve çoklukla yasaklayıcı olmuştur. Bu sert ve yasaklayıcı kuralları toplum özümseyememiş ve yabancı kalmıştır. Bunun sonucunda siyasal temsilciler, kuralların boşluklarını bulmaya çalışmışlar ve yakalanmayacaklarını düşündükleri anda da ihlâl etmişlerdir.

Türkiye'de siyasal ahlâkın niteliğini belirleyen bir başka husus da, kültürümüzde kendi grubunda olmayanlara karşı duyulan güvensizliktir. Siyasal yapımızda uzlaşmanın pek olmaması; sert çatışma ve ara kurumların ortaya çıkamamış olması, birbirlerini yakından tanımayan insanların birbirlerine güvenmelerini önlemiştir; çok yakından tanıdık ile çalışma tercih edilmiştir. Bu durum siyasal kayırma ve patronaj kurumlarının yaygın bir biçimde ortaya çıkmasına (böylece yeraltı ekonomisine) uygun bir zemin hazırlamış ve siyasi otoriteye güvensizlik oluşmuştur. Siyasi otoriteye güvensizlik oluşması, bireyleri ülkenin sorunlarının aşılmasında ümitsizliğe kapılmasına yol açmıştır.

Ülkemizde siyasetin etkin çalışması için gerekli sivil toplum örgütleri, baskı grupları ve seçmenlerin tutumlarında ciddi problemler yaşanmaktadır. Sivil toplum örgütleri toplum adına devleti denetlemek yerine, ya devletin topluma çeki düzen vermesi ya da uzun dönemde kendileri sivil toplumu denetim altına alabilmek için politika yapmaktadırlar. Aynı şekilde baskı grupları da eylemlerini "ganimet kapma" anlayışına yönlendirmişlerdir. Ancak asıl tehlikelisi seçmenlerin tutumudur. Seçmenler siyasi katılımı verdikleri oy karşılığında devlet nimetlerinin kendilerine dağıtılmasını beklemek şeklinde algılamaktadır. Bu da geniş toplum kesimlerinde hakim olan patrimonyal kültürün sonucudur.

Türkiye'de siyasetin yozlaşması ve bu yozlaşmanın kamu otoritesinin diğer unsurlarında bozulmaya yol açması teknik bir mesele olmaktan çok, ideolojisi ve geleneklerinden kaynaklanmaktadır. Siyasetin kamu yararına katkıda bulunmaktan ziyade, toplumsal ihtiyaçlarından türeyen ve toplum tarafından düzenlenen bir kurumsal yapı olmak yerine toplumu düzenleyen bir ülkenin siyaseti her türlü yozlaşma potansiyelini bünyesinde barındırmaktadır. Böyle bir siyaset anlayışı hakim olduğu sürece, kamu yararının devletin varlık ve bekasına feda edilmesi olağanlaşmakta, ekonomik kaynakları kontrol eden "velinimet" devlet yapısıyla birleşmesi de siyasi yozlaşma için fazlasıyla uygun bir zemin oluşturmaktadır.
 
Geri
Top