• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Okunası gerek romanlar

yilmaz27

Ne Mutlu Türküm Diyene
Site Yetkilisi
Süper Moderatör
Aşk.. Genel anlamda; iki insanın birbirine karşılıklı veya tek yönlü olarak duyulan güçlü duygulara verilen isim.. Ancak, her insanın duygularını yaşayış biçimi farklı olduğu için genel tanımlamadan özele indiğimizde aşk; akışkan ve gizemli bir duygu olarak karşımıza çıkar çoğu zaman. Işte bu sebepten dolayı insanoğlu varolduğundan beri aşkın kimyasını anlayabilmek için; filozoflar, düşünürler, şairler, yazarlar, psikologlar bu konuya fazlaca kafa yormuşlardır.

Hadi gelin hayal gücümüzü kullanarak zaman ve mekandan soyutlanıp çeşitli zamanlarda yaşamış ünlü düşünürlerin filozofların şairlerin yazarların bazılarını bir araya getirip onların aşka dair düşüncelerini dinleyelim.

Hadi o zaman ilk sözü Sofokles’e verelim. Sofokles, hızlı bir giriş yapar ve der ki; “Hayatın ağırlığını ve acısını tek bir sözcük unutturur bize; aşk.” Hemen Sofokles’in yanında oturan Platon, biraz alaycı gülümseyerek Sofokles’e katılmadığını belli eder ve “Aşk, en ciddi akıl hastalığıdır.” diyerek homurdanır. Herodot ise Sofokles’e destek çıkarak “Aşk, kainatın mimarıdır” diye görüşünü söyler.

Antik Yunan dünyasının düşünürleri birbirlerini ikna etmeye çalışırlarken Montaigne sözü alarak bir başka bakış açısından konuya yaklaşır ve “Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka birşey değildir” derken Fredrich Nietzche “İnsan arzularını sever, arzuladıklarını değil” diyerek kendi düşüncesini söyler. George Nathan da başka bir açıdan yaklaşarak “Aşk, birçok kişi tarafından yaşanan ama çok az kişi tarafından keyifle sürdürülebilen bir duygudur.” der. Ancak karşısında Charles Pinto Duclos’u bulur. Duclos bu görüşe katılmadığını “Aşk bıkılmayandır. Herşeyden bıkılabilir ama aşktan.. Hayır” sözleriyle ifade eder. Voltaire sevgi dolu gülümseyerek “Aşk bir tablodur. Onu doğa çizmiş ve hayat süslemiştir” diyerek Duclos’a hak verir.

Victor Hugo bir anda ayağa kalkarak coşkulu bir şekilde “Kainatın ufalıp bir varlıktan ibaret kalması, tek varlığın genişleyip Tanrıya erişmesi; işte aşk budur” haykırır. Goethe de Victor Hugo’nun coşkusuna alkışları ile eşlik ederek “Aşk imkansız birçok şeyi mümkün kılar” der.

Nazım Hikmet gülümseyen gözleri ile mavi mavi izlemektedir olanları. Söz sırası kendisine geldiğinde, “Aşk, bazen gitmekle kalmak arasında verdiğin en büyük savaştır. Sevmeyenin aklı, sevenin kalbi kazanır bu savaşı” diyerek açıklar aşkı ve hemen yanındaki Can Yücel’e bakar. Can Yücel sigarasından derin bir nefes çektikten sonra buğulu gözlerle uzaklara bakarken “Aşk kelime değil bir cümledir. Kurmak içinse özneyle yüklem değil, iki yürek gerekir.” der.

Söz almayan bir tek W. Shakespeare kalmıştır. O da elindeki kitabını sallayarak “Değişimle karşılaşınca değişen aşk, aşk değildir.” diyerek son sözü söyler ve bizleri Romeo ve Jülyet’in hikayesini okumaya davet eder.

Kitap kurdu dostlarım, bu harika davete icabet etmenizi öneririm eğer Shakespeare’in kelimeleriyle efsunlanmış Romeo ve Jülyet’in aşk hikayesini hala okumadıysanız.

Keyifli okumalar, aşk ve sevgi dolu günler dilerim. FB_IMG_1636937793330.webp
 
"....insanlarla konuşmak, anlaşmak bir sanattır. Herkes, farklı karakterde, farklı zihniyettedir. Herkesle aynı üslûpla konuşulmaz. Bazıları aileden sevgiyi, bazıları korkuyu öğrenmişlerdir. Hayatında ezilmişlik duygusu yaşayan insanlar, başkasını ezme gayreti içine girerler.

Sevgiyle yetişmiş insanlar, sevgiden anlarlar. Her şeye, herkese sevgiyle bakar. Kimi kaba kuvvetten hoşlanır, kimi dostça sohbetlerden. Hayatı yemek içmekten, gezip tozmaktan, süslenmekten ibaret sayanlar, gayesi olanları anlayamazlar". ( Sayfa:35)
 
TÜTÜN GİBİ SARIYOR..!!

Sanki! Temmuzun güneşi gibi sarılıyor...
Tütünün boğazım'a sarıldığı gibi hasretin sarıyor...
Ellerim aralıkta ki, ayaza buz tutuyor, sensizliği'me ...

Bilmem neden korkuyorum bu gerçek hayal dışı hayalden ? Sebebini ben bile bilmi yorum ...
Bazan öyle an, olur ki, denizin sessizliği dalgalar, gibi sessiz yüreğim...

An, olur dalgalar'ın kıyıyı derinden yalayıp su, hali gibi sessiz!
Temmuz güneş'i gibi denize vuran yakamoz...
Dalgalar'la raxeden gemilerin sireniyle irkilen, dalgınlığım gibi..

Güneşte bugün dalgın yanlız denizi ısıtır..
Ben temmuzda üşüyorum...!
Sigaramdan bir nefes çekip, ateşinde ısınıyorum...
Ellerim, gibi yüreğimde buztutuyor, bu gece...!

Necla Karatekin Kaplan

12 11 2019
 
Umumiyetle kafalarında yeni birtakım düşünceler bulunan, az çok yeni bir söz söylemek kabiliyetinde olan insanlar çok seyrek, hatta şaşılacak kadar seyrek doğarlar. Şurası muhakkaktır ki, bütün bu sınıflara ve guruplara mensup insanların doğuş nizamı, herhalde bir tabiat kanunu ile çok doğru ve çok katı olarak tayin edilmiş olmak lâzımdır.” Gerçi bu kanunu biz henüz bilmiyoruz, ama ben onun var olduğuna, sonraları tanınacağına inanıyorum. Yeryüzünde bu kadar muazzam bir insan kütlesi, sadece birtakım gayretlerle, hâlâ sır mahiyetinde olan birtakım ameliyelerle, cins ve nevilerin birbirine karışmasıyla, binde bir kişi olsun, az çok bağımsız bir insan dünyaya getirmek gibi bir vazife yapmak için yaratılmıştır. Daha yüksek bağımsızlık vasıflarını taşıyan bir insan ise, belki de on binde bir çıkabilir. Tabii ben bunu aşağı yukarı söylüyorum. Daha yükseği ise, ancak yüz binde bir doğabilir. Dâhiler, milyonda bir yetişir; insanlığı olgunlaştıran büyük deha sahiplerinin yetişmesi için ise, belki de binlerce milyon insanın yeryüzünden göçüp gitmesi gerekmektedir. Bir kelime ile ben bütün bunların olup bittiği imbiğe gidip bakmadım. Ama herhalde bunun belli bir kanunu vardır ve olmak lâzımdır. Bu işte tesadüfün yeri olamaz!

Dostoyevski
Suç ve CezaFB_IMG_1636938366338.webp
 
🦜💙

#özsöyle

…....Sokrates bu tespitlerden sonra:

**” adil olanın mı olmayanın mı daha mutlu olacağını sorar”,**

ve bu soruya verdiği cevap:

Thrasymakhos’un görüşlerini olumsuzlar:

bir biçimde adaletli davranmayı kendine rehber eden bir insanın aynı zamanda daha güzel bir yaşama sahip olacağını öne sürer.

*

**“ Yani mutlu bir yaşamın kaynağı adil olmaktır”.**

*

Bu bağlamda **Glaukon** diyaloga dahil olur ve **Sokrates**’in bu adalet tanımını yetersiz bularak onu eleştirir.

Ona göre böyle bir adalet anlayışı insanlar tarafından bir yük olarak görülmekte ve olumsuzlanmaktadır.

““ Yani mutlu bir yaşamın kaynağı adil olmaktır”.

*

**Glaukon’a Sokrates**’in cevabı

“adaleti herhangi bir eylem ya da davranışın sonuclarına göre

değil, adaleti bizzat adalet olduğu icin tercih

etmek gerektiği şeklindedir”
 
Kütlesi çok büyük bir yıldız, yakıtı bittiğinde ya da evrimini tamamladığında kendi çekim kuvvetine karşı koyamaz ve çevresindeki her şeyle beraber içine, kendi kalbine doğru çökmeye başlar.

Yani, öyle ki; tonlarca, milyonlarca ton madde küçücük minnacık bir toplu iğne başından küçük bir alana, bir hacime hapsolur. Adeta yok olur. O karanlıkta zaman akmaz, durur. Zamanın akmadığı o gizemli karanlığa "karadelik" denir. Gözlerin gibi...

Alıntı
 

Senin Kadar Yürekli Olmak İsterdim​

Yüzyıl önce dayısının çiftliğinde karga kovalayan yetim bir çocuğun okumayı düşlemesi bile yürek ister. Öğrencisini döverek eğiten devrin hocasına, ’dayak iyi bir şey olsaydı, cennetten kovulmazdı’, diyebilmek de... Hele okulundan özlediğin anneni görmeye geldiğinde gidecek bir baba evi bile bulamazken bir ülke kurmayı hayal edebilmek ve bunu hoyratça tüketilmiş bir enkazdan yaratmak...

Ataturk.webp

Karşılaştığımız ilk engelde bırakın büyük ülküleri, doğru yaşam çizgisinde ayakta bile duramıyor çoğumuz.

İttihat ve Terakki ordusunun içinden çıktın. Özünde baskıcı yönetime, halkını hesaba katmayan düzene bir tavırdı. Güç noktası Selanik’ti. Resneli Niyazi, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili padişaha kafa tuttu, ’hürriyet kahramanı’ oldu. Az yürek değildi o da. Başlangıç iyiydi, ama zaman onları, basiretsiz, gösterişçi, ulusunun kıt kaynaklarını düşüncesizce tüketen maceracı bir noktaya taşıyacaktı. Onlarla da çatışmaktan çekinmedin. Eleştirdin, aykırı düştün.

Anlamakta güçlük çekiyorum, neye güveniyordun? Baba yok, bir kız kardeşle dul bir anne… arkan yok, partin yok, çeten yok, cemaatin yok...

Tek sığınağın olan orduyu elinde tutanlarla doğrular için ters düştün. Sevmediler seni. Düşüncelerinden, eleştirilerinden, belki de gördükleri yeteneklerinden hoşlanmadılar, hak ettiğin görevlerin engellendi. Oysa uyumu becerenler, asilikten hürriyet kahramanlığına, ardından sultan damatlığına bile geçmişti. Sen bana omuz ver, ben sana ülkeyi,.. diyenler son hız tırmanıyorlardı. Biri istedi diye, doksan bin Türk genci dondu, Kafkaslarda. Su gibi tükettikleri ordularımızdan sonuncusuydu. Feda olsun. Padişahı eleştirerek gelmişlerdi yönetime ama onun kadar ulusal kaygıdan yoksun ve maceraperestiler. İttihat ve Terakkinin gözü pek, ama aklı bir adım önünü görmeyen saray damadının vitrinlenmesi gerekiyordu. Ülke tükense ne olurdu ki? Sense merkezden hep uzaklarda asker kaputunu yastık yaparak hiçbir zaman bizim olmamış çölleri kurtarmaya çalışıyordun. Çanakkale’de gösterdiğin başarı yabancı ülke kayıtlarında bile var. Kurduğun ülkende görmezlikten gelmelerine, silmeye uğraşmalarına nasıl katlandın?

Kırıldın mı? İnsanı kırılmaları büyük adam yapar. Yaşadığın acılar bir ulusun acılarına denk olmalıydı, başka türlü nasıl anlayabilirdin onları? İngilizler, işgal ettikleri ülkemizde kendilerini güvende hissetmediklerinden padişahın gücünü kullanmak istemişlerdi. Sultan da bunun için göndermiş seni Samsun’a. Git halkıma söyle, işgalcileri rahatsız etmesinler, diye. Senin başka amaçların vardı, çürük bir gemiyle Anadolu’ya gitmeyi göze aldın. Yönetimin gözdeleri, tükettikleri imparatorluktan batan gemiyi terk eden fareler örneği çoktan kaçmışlardı. İstanbul’da kalıp şu ölümlü dünyada güçlü ve gösterişli bir yaşamı sürdürmek varken gitmendeki kararlılığı anlamak mümkün değil. Bu gün Anadolu’ya görevli gitmekten kaçınanları düşününce şaşıyor insan. Oralarda çiftliklerin, fabrikaların mı vardı? Senin Selanik’te bile dikili ağacın yoktu bildiğimiz. Tüm yaşamında bilmediğin tek şey kendi ikbalini düşünmek, keseni doldurmaktı. Daha başlangıçta pişman oldular, gönderdiklerine. Doğudan, katli vaciptir fermanı ile birlikte ordu salındı üstüne. Dönmedin. Bir güvencen üniformanı çıkardın, sıra bir yurttaş olup sürdürdün savaşını, Anadolu bozkırında yalnız bir adam olarak... Ki bozkır nasıl da besler ihaneti ve düşmanlığı?.. Bilmediğin değil.

Nasıl yılmadın? Nasıl korkmadın?

Ankara, yoksul bir Anadolu kasabasıydı. Ne donanımlı ordun, ne seni anlayan arkadaşların vardı. Çoğu yurtsever, iyi niyetliydi, ama cehennemin eşiği iyi niyet taşlarıyla döşeliydi belli. İlk görüşmelerde karşı çıkanlar oldu. Cumhuriyeti kurmaya kalktığında yol arkadaşların Fuat Cebesoy, Rafet Bele, Rauf Orbay egemenliğin halka devredilmesinden duydukları kaygıları dile getirip güçlükle elde edilen ülkeyi padişaha teslim etmekten söz ederler. İyi asker olduğundan kimsenin kuşku duymadığı Kazım Karabekir, harf devriminde Arap harflerinin kutsallığından dem vurur. Padişah ve halife yanlılarına silah arkadaşlarının eklenmesi nasıl sarsmaz, ürkütmez seni? Ölümlü dünya değil mi bu? Onları karşına alacak yerde, mademki halkın iktidarı olan Cumhuriyeti sevemiyorlar, kur saltanatını, ol padişah, sür devranını…

Bozkırın ortasında yapayalnız kimi zaman halka rağmen, halkın iyiliğini savunmak nasıl bir yürektir? Bırak uzlaşmayı öfkelenmiştin. Elbet Cumhuriyet ilan olunacak ama, kimi kelleler kesilecektir, diyordun; düşmanlığı görmüş, kavgayı göze almıştın. Ödün vermeyecektin. Senin artık ülke dışında kalan kentini bilenler, ulusun vekili olmak için ‘şimdiki sınırlar’ içinde kalan bir kentte oturur olmak zorunluluğundan söz ederken içlerinden gülüyorlardı, oysa şimdi ne kadar acıklı hatta komik gözüküyorlar. Nasıl direndin, kırılmanı aştın, küsmedin?

Dedik ya sılan çok uzaklardaydı, artık düşman eline de geçmişti. Sen vatanında olduğunu düşünürken, birileri seni gurbette sayıyordu. Milletinin bağrındaydın ama ne bir akraban, ne arkan, ne paran vardı. İçini dökeceğin, başını omzuna koyup güvenle uyuyabileceğin bir eşin, kadının bile yoktu. Bu kadar yalnızlığı nasıl kaldırdın? Tarihin en şanslı kadınlarından biri yaptığın Latife Hanımın komutanların önünde seni küçük düşürmesine, buyruklar yağdırmasına nasıl katlandın? Bir başkası olsaydı yerinde, bırakın kadına onca hak verilmesini, kadının var olan haklarını da almaz mıydı elinden, onu karanlığına, mutfağına ve elinin hamuruna tutsak edip? Onca yürek kırılmasını kaldırıp savaştın. Batı kadınının seçilme hakkı yokken daha, sen, ona seçilme hakkı verdin.

Toprak reformunun yapamadığını, ekonomi devrimini tamamlayamadığını, çok partili demokrasiye geçilemediğini söylüyorlar, o dar zamanda, önceliği olan onca iş, kanama varken mümkünmüş gibi. Bunu iddia edenlerin de, hepimizin dedeleri de ordaydı, hangisi devrimlerinde sana omuz verdi, kaçı yanında yer aldı? Sen bir avuç bilinçli kadronla toprak ağalarıyla, aşiret reisleriyle, çıkarları bozulanlarla boğuşurken neredeydi dedelerimiz? Toprak reformunu defalarca kürsüye getirdin. Köylünün, emekçinin haklarından söz ettin. Ardında silahsız, üryan, dişiyle tırnağıyla savaşan Mehmetçik dışında bilinçli, baskı gurubu oluşturacak, sana omuz verecek ne işçin, ne köylün, ne aydının vardı. Cumhuriyette meclislerden kararlar oyla çıkardı. Demokraside alınan kararlar parmak hesabı değil midir? Her devrim için kelle almaya kalksaydın, korkarım ülkede insan kalmazdı. Kimi anladığından, kimi birilerine kul olduğundan, kimi çıkarından, kimi hasedinden bir şeye karşıydı. Dört yanın duvar, dört yanın engeldi.

Demokrasi senin tutkundu. Bunun için yeni partiyi kendin kurdun. En güvendiklerine görev verdiğin partinin ülküsü sana düşmanlık oldu, demokrasi değil. Onda yer alan yakın arkadaşların, sana sataştığında nasıl incindin kim bilir? Vazgeçmedin, on beş yılda ümmetten çağdaş bir devlet yarattın, tüm altyapı ve ilkeleriyle. Bunca yılda biz ne yaptık, nereye taşıdık Cumhuriyeti, ne kadar yol aldık, diye sorma, bakarsın sorumlulardan ar edenimiz çıkar.

Sözde biz yürekli, erdemli insanları severiz. Spartaküs’ü, Che’yi, Hz.Ali’yi... unutmayız. Ne var ki seni niçin unutturma derdindeyiz anlayabiliyor musun? Ankara’dan duyulan düşmanın top seslerinden korkup Kayseri’ye taşınmayı önerenler, tek umudun sen olduğunu bildikleri halde, önermeye geldiklerinde verecekleri yetkileri budama derdindeydiler. Savaştığın yabancı devletler çevrendeki birçok kişiden daha çok takdir ediyorlardı seni. Nasıl yılmadın? Padişah kendi halkından korkup İngiliz gemisiyle kaçmıştı. Sen nasıl uyuyabiliyordun, çevren düşmanla doluyken? Gericiliğin ne boyutlara varabileceğini çok iyi gördün, genç Kubilay’ın başını kestiklerinde, Doğuda İngiliz kışkırtmasıyla başkaldıranlar, din elden gidiyor, diye ayağa kalktıklarında kükremiş arslana dönmüştün. İç isyanlar yeni Cumhuriyeti boğmaya uğraşıyordu. Eski yönetim artıkları, umdukları rolleri kapamayanlar, din bezirgânları, ulus düşmanları sana dost mu olacaklardı? Hepsinin yükselen sesi ortaktı: Din elden gidiyordu. Oysa senin getirdiğin laiklik, dini, sömürmeyi sermaye edinmiş tüccarların elinden alıp ehil ellere, gerçek saygınlığına teslim ediyordu. Her devrimde bir arkadaşın eksildi. Onların gönülleri olsun diye amaçlarından vazgeçmedin, uzlaşmadın.

Ulusal savaşa birlikte başlayan yolcuların kimileri "kendi düşünme ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşı koymaya başlamışlardır," diye anlattın. Korkmadın. Sendeki yürek bende olsaydı...

Sendeki yüreğin bir damlası bizde olsaydı...

Şirin gözükeceğiz, sevecekler bizi, diye ne aşağılanmalara katlandığımızı düşünüyorum. Küçük çıkarlar için kimlerle işbirliği yaptığımızı, ne taklalar attığımızı, her konuda kıvırtmalarımızla oryantalin en iyisini becerir hale geldiğimizi, bir yandan sana ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sövüp bir yandan da aynı Cumhuriyet’in bir koltuğunu kapmak için birbirimizin gırtlağını nasıl sıktığımızı gördükçe utanmaktan öte, dehşete düşüyorum insanlığımdan .

Sendeki yüreğin ve ruhun birazı biz de olsaydı...

Haklısın, kendi düşünme ve ruh yeteneklerimizin kavrama sınırı bittikçe sana direnmeye ve karşı koymaya başladık. Sadece nasıl bu kadar nankör, bu kadar kör ve ne kadar çokuz... ona şaşıyoruz. Şimdi, senin hiç hissetmediğin bir çaresizlikle, yarın çarmıha gerecek yeni bir kurtarıcı ararken altını çizdiğin bilimsel gerçekle huzur buluyoruz. Su geri akmaz, tarih de…

Ölüm mü?
....
 
BAĞBOZUMU


/




Aç bir sırtlan gibi boz bulanık, uğursuz bir gün, pençelerini karlı dağların doruklarına geçirmiş, zifir zindan göklere dişleriyle asılmış, doğuyordu.




Havlayan köpeğin sesine yataktan kalkıp kapıyı açtığında, karın içinde bir hayalet gibi dikilen adamı görmüş, irkilmişti. Kapıyı üstüne atmasıyla duvarda asılı mavzerine dalması bir olmuştu.




"- Kim var orda?"


Dışarıdan çekingen bir ses yanıtlamıştı:


"- Benim Yusuf Dayı, Sesera’dan Hüseyin."


Tanır gibi olmuşsa da, sormuştu.


"- Hangi Hüseyin?"


"- Tahsin’in hısımı. Seni istiyor."


Uyku sersemliğini atmış, kapıyı açmıştı. Korkusunu gösterdiğinden rahatsız çağırmıştı adamı.


"- Gel, içeri gel. Ne o, sabah sabah dışarı mı attı, seni köroğlu?"


Adam, gülmüş olmak için, tütün sarısı dişlerini göstererek yüzünü buruşturmuştu. Pantolonu, artık kendisine dar gelen ceketinin etekleri su içindeydi, üşüyordu.


"- Donmuşsun yahu. Ocağın başına geç, ateşi yakayım."


Toprak zeminli yerevinin tam ortasındaki pilekinin yanına, postun üstüne çökmüştü Hüseyin. Yusuf, çıplak tavandaki bir keresteye kalın bir zincirle bağlı yal kazanını yana çekerek, yer ocağını çabucak yakmıştı. Gürültüye kalkan Yusuf’un karısı, konukla tek söz etmeden, kapkara bir tenceredeki sütü ateşe koymuş, ortadan yok olmuştu.




Sesara, dağların ötesinde, eski kaçakçı yolundaki bir köydü. Adam, atsız yürüyerek gelmişti onca yolu. Daha güvenli olduğundan, dere içinden, karakolun önünden geçmiş, o nedenle de silah da almamıştı yanına. Kurttan, kuştan korkmuş, ıslanmış, donmuştu. Ateşin ilk alevleri onu yalar yalamaz bütün giysileri yanıyormuş gibi tütmeye başlamıştı.


Bu denli önemli ne vardı, diye düşünmüşse de sormamıştı, Yusuf.


"- Bir at bulamadı mı, sana Tahsin? Gebereceksin, dur sana kuru bir şeyler getireyim."


Hiçbir şey istememişti adam. Sütü bile zor içmiş, Yusuf'u alıp hemen gitmek istemişti. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamak zor değildi de, neydi? Yusuf, öğrenmeye çalışmıştı, ama Hüseyin huzursuzlanmıştı:


"- Nedenini ben ne bileyim? Git dediler, geldim," diye söylenmişti.


"- İyi o zaman gidelim. Yalnız bir atım var, dağ yolunda mecbur yürüyeceksin."


Adam ayağa kalkmıştı, hemen.


"- Yürürüm dayı. "
 
Kar dört bir yanı kefen gibi sarmıştı. Yol yolak olmayan, kurtların donmuş ayak izlerinden başka tek bir canlı izi taşımayan dağlara vurdular. Yol boyu konuşmadılar. Hüseyin, birkaç metre uzaktan, atın açtığı izden, zemheride değil, kiraz ayı ortasındaymış gibi sorunsuz yürüyordu. Yusuf, en kötülerinden başlayarak, niçin çağrıldığını düşünüyor, şudur, diyebileceği bir yanıt bulamıyordu.


Belki de Tahsin hastaydı. Belki de ölmüştü. O rakıyı güğümle içen, sonra deli bir Arap atının sırtında dağları dörtnala dolaşan adamla ölüm hiç yan yana durmuyordu ama… Beş yılı geçkin hısımlıklarında, sağlığından bir yakınmasını duymamıştı. E, ne oluyordu o zaman, ortada fol yok yumurta yok, sabahın köründe?




Yusuf'un haydi haydi devirlerinde, kaçağa gittikleri zamanlarda tanışmışlardı. Tütünü yükleyip ver elini Erzurum, Pülümür... İngiliz kumaşı, sigara kâğıdı ne bulurlarsa alıp gelirlerdi. Zor işti, belalı işti, ama ekmek aslanın ağzında olup başka çıkar yolunda, yoksa aslanı maslanı kim dinlerdi? Sonradan devlet jandarmasıyla, kolcusuyla, ihbarcısıyla dağlara söz geçirir oldu, hazır sigara çoğaldı. Onlar da kaçağa gitmekten vazgeçmişti. Atlar ahıra çekilmiş, tüfekler duvarlara asılmış, sadece anılar kalmıştı geriye. Sarp dağların doruklarındaki bir avuç, kuş yuvası topraklarıyla boğuşmaya dönmüştü yaşamları, ama dostlukları sürmüştü.




Yusuf’un yusufluğu, Tahsin’in tahsinliği sözde kalmak üzereyken o olay olmuştu.


Tek kızı vardı, Yusuf'un, canı ciğeri tek çocuk. Başka vermemişti Allah. Dolaşmadık hoca, yatır kalmamıştı, ama ne çare. Sonunda bir kız, Fatma doğmuştu. Ne zaman büyüdü, ne zaman göğüslendi kalçalandı, anlamadı ama bir duydu ki, köyün en çulsuzunun oğlu sevdalanmış ona. Ne tarla var oğlanda, ne de doğru dürüst ev. Babası ince hastalıktan ölüp gitmiş askerde. Anası genç ve güzel kalıvermiş, onca yoksulluğun içinde bir başına. Bırakıp da kocaya varmamış, onun bunun yardımıyla, üç kök mısırın dibine bakarak büyütmüş onu. Kimsesizlik her devir zordur, hele o devir... Yusuf istese kapar alırdı onu karısının üstüne. İstemedi de değil, ne var ki, rahmetliyle azıcık akrabaydı ve de milletin diline düşmek vardı. Almadı, korudu dahası. Zaman, taşı işleyen
 
Rum ustanın elleri gibi işledi acımasızca kadını. İki günde çökertti, öz suyunu çekti aldı, pörsümüş derisinin altında kaç yaşında olduğunun anlaşılması olanaksız bir kocakarıya çevirdi. Kadın tükenip gitmişti ya oğlan, inadına sanki anasının kanından beslenir gibi gürbüz olmuştu. Güçlenip, palazlandıkça da bela olmuştu köye. Hırsızlık onda, kumar onda, içki onda… Onun bu hallerine, gençlik, der geçerdi belki, ama kızına sevdalandığını duyunca en birinci hasım olmuştu delikanlıya. Öyle kolayına, kimseyi kızına denk bulmazdı. Çulsuz bir dul karının oğlunun, kızının peşinde dolaştığını duymak bile onu deli etmeye yetmişti. Hele, komşuların küçük imaları... Eski Yusuf olmayacağını mı sanıyorlardı?




Gecenin orta yerinde, kadının evine varmış, yarısı çürük bir tenekeyle kaplı kapıyı bir tekmede indirip dalmıştı içeri. Pilekideki külde patates pişirmeye çalışan kadın, bütün zulümlere alışkın gözlerle bakmıştı ona.


"- Köpekler, ben olmasam ocağınıza incir ağacı dikmişlerdi."


Sesi yerevinin içinde top gibi patlamıştı. O anda içerdeki delik deşik duvarların ardındaki odadan çıkıp gelmişti oğlan. Gözleri bir bıçak ağzı gibi keskin bakıyor ve damla korku taşımıyordu. Çıplak omuzlarında güçlü kasları kımıl kımıldı. Yusuf, bu genç vücutla kendisi arasındaki eşitsizliği hemen fark etmiş, belli belirsiz rahatsızlık duymuştu. Yine de, onca deneyiminden bilirdi ki, kavgada alttan almak, yenilgiyi baştan kabullenmek demekti.


"- Sizin için onca yaptığımdan sonra..." Sözcükleri kendine bile inandırıcı gelmemişti.


"- Ne yaptın bizim için?" demişti oğlan, kupkuru bir sesle.


Yusuf, yaptığı hiçbir şeyi anımsayamamıştı. Oysa gelirken ömrünün yarısını onlar için tükettiğine yemin etmeye hazırdı. Gene de yanıtsızlığı yedirememiş,


"- Ne yapacaktım? Ben olmasam..." demişti.


Sözünü bitirmesini beklememişti çocuk:
 
Geri
Top