• ÇTL sistemimiz sıfırlandı ve olumlu değişiklikler yapıldı. Detaylar için: TIKLA

Okunası gerek romanlar

Yusuf düşünüyordu da o zamanlar ne çok üzüm vardı. Ne olmuştu onca asma kütüğü? Karaağaç dallarında sallanan, ormanlarda ya da yıkıntılarda soysuzlaşmış, yabanileşmiş ama yaşamaya kararlı bir iki marazlı kökü saymazsan bir şey kalmamıştı. Bir bağbozumu başlamıştı; sade üzüme değil, bağcıya da yönelik. Öyle zamansız, öyle akla sığmaz. Ne üzüm koymuştu ne bağ, ne bağcı.


Sanki her şey birden başlamıştı. Gidip de dönmeyen askerlere değgin anlatılanlar dışında, Balkanlarda, İstanbul'da olana tümüyle yabancı bölge halkı, 93 Harbinden bu yana unuttuğu savaşın kıyıcı yüzüyle karşı karşıya kaldı. Askere gitmemek, adı sanı duyulmamış çöllerde, kurtarmak istedikleri Araplar tarafından sırtından vurulmamak için kaçanlarla birlikte dağlarda saklanan Yusuf da köye inmişti. Trabzon'u topa tutan gemiler, denizin üstünde kapkara birer leke, buradan bile gözüküyordu. Geceleri kentten yükselen alevler, bütün kuzey ufkunu kan kırmızısı kesiyordu.


Olanı biteni anlamaz anlamaz izleyen, nasılsa padişah efendimiz gelip mülkünü kurtarır, diye düşünen halk, İstanbul’un en azından mülkün bu bölümünden vazgeçmiş gibi duyarsızlaştığını görünce, sonunda harekete geçti. Akçaabat'ın oralarda, Rusların, görülmemiş büyüklükteki gemilerini, yeri göğü tutan bir patlamayla batırdılar. Ruslar da bir güvenlik kuşağı oluşturmak için dağları bayırları yol yapıp içerilere doğru ilerlediler. İşgal ettikleri yeni yerlerin güvenliğini de kışkırttıkları Rum ve Ermenilere teslim ediyorlardı. Ne zaman Ruslar geldi, uyuyan yılan uyandı, Bağbozumu bir yangın gibi başladı.
 
Onca yıl barış içinde yaşamış Rumlara, Ermenilere, o güler yüzlü, alçak gönüllü insanlara bir hal olmuş, Müslüman kanına susamış canavar kesilmişlerdi. Türklerin evlerini yaktılar, ahırlarını, bağlarını, bahçelerini yağma ettiler, insanları tavuk boğazlar gibi boğazladılar. Artlarında Rus askeri kadınlara saldırdılar, Azizin Kıran’da kocalarının gözleri önünde ırzlarına geçtiler, memelerini kesip, ana karnında bebeleri süngülediler. Yusuf'un babası da, dağlardaki direnişçilere silah kaçırıyor, suçlamasıyla işkenceyle öldürüldü. El ayak parmaklarını kesmişler, kafa derisini yüzmüşlerdi.


Zulmün kol gezdiği, yaşamanın en zor, ölümün en ucuz olduğu günlerdi. Düşmanın yaptığını büyük bir kıtlık, insan canına susamış bir yoksulluk tamamlamış, gömülemeyen ölülerin kokuları yeri göğü tutmuştu. Çoğu kaçmış ya yollarda telef olmuş ya da tuzaklarına düştükleri çeteciler tarafından öldürülmüştü. Ancak çok şanslı olanlar, dağları aşıp ovaya, düşmanın henüz girmediği yerlere ulaşmayı başarmıştı.


Yusuf kaçmamıştı. Bir daha hiç haber alamayacağı annesi Gülizar’ı ve bir hayalet gibi sonradan çıkıp gelecek ninesi Rabia’yı muhacir çıkanlarla göndermiş, kendisi genç yaşında elde tüfek dağlarda bir avuç direnişçiyle saklanmıştı. Ağaç kökü, her tür hayvan, dişe gelir ne varsa yiyerek, kıpırdayan her çalıdan korkarak, Rus karakol zincirlerinden birinin ya da çetelerin eline düşmenin tedirginliğini yaşayarak saklanmışlardı. Sonunda Rusya’da çarlık yıkılmış, Ruslar, kendi içlerinde birbirlerine düşünce çekilmişler, çark tersine dönmüştü. Dağlardakiler inmiş, öç alma tutkusuyla azınlıkların peşine düşmüşlerdi.
 
Bağbozumu’ydu ve öldürmek en tartışılmaz, en doğru çözüm yolu gibi gözüküyordu. O günden kalanlar, hainler, işbirlikçiler, fırsat düşkünleri ve kahramanlar, yeni devlet kurulduktan sonra da boruları öter, dedikleri dedik oldular. Gerçekten direnişin içinde yer almış, çoğu sakat kalmış kahramanlar ağır başlı bir onurla yetinirken, diğerleri olağanüstü yurtsever bir geçmiş de yaratarak zulmün tanrısı oldular. En güzel, en verimli tarlalara el koydular. Karşı çıkanın evi kurşunlandı, kızı karısı dağlara kaldırıldı, soluğu kesildi. Ölümün usa sığmaz yıldırıcılığını bilenler, hep onu kullandılar. İnsanlar öldü, insanlar korktu, yıldı, sindi. Sarı Paşa’nın devletinin zayıf kolları buralara bir türlü yetmedi Gücü yeter olduğunda ortalık durulmuştu. Artık kul kulluğunu, bey beyliğini biliyordu. Yeni zalimler, yeni mazlumlar türedi.




Akıl almaz bir hızla değişti, ülke.


İnsanlar, Yusuf’un güzel bir düş gibi anımsadığı, gözü pek, ölümle kardeşlik olmuş granit gibi sert insan, yumuşadı, dağıldı. Gene de, o günlerden kalan birkaç kişi gibi Yusuf da direndi, değişmedi. Ağalar, beyler de, içgüdüsel bir çekingenlikle bu adamlara pek ilişemedi.




Anılar, anılar... Yusuf, dün yediğini anımsamıyordu, ama onca yıl öncesini aynaya bakar gibi net anımsıyordu.


Bir kişnemeyle irkildi. Atın ayağının karla örtülmüş boşluğa aktığını görünce altına indi. Tam zamanında ayıkmıştı. Aşağılara, ırmağa yuvarlanması işten değildi. Atın ayağında kırılma, yara bere yoktu, ama topallıyordu. İncinmiş olmalıydı. Biraz dinlenirse geçerdi. Önünde Keşişin Düz uzanıyordu, sonra orman başlıyordu. Orada durup atı dinlendirebilirdi. Çamların ardında kuru bir yer bulabilirse ateş bile yakabilirdi. Gerçi havanın kararmasına pek bir şey kalmamıştı, ama böyle gidemezdi. Nasılsa, köye de yakındı artık.
 
İki atı da yedeğine alıp kar kaplı düzlüğü zorlukla aşarak ormana vardı. Dalları örten kar, gökyüzünün görülmesini bile engelliyordu. Ağaçların gövdesinden topladığı kuru reçineli dalları biriktirerek yürüdü. Kalın kaputun altında, göğsünün üstündeki çocuk hareketini engelliyordu. Yine de epeyce kuru dal ve odun parçası toplamıştı. Uygun bir yer bakındı, ama karar veremedi.




Orman, yaklaşan karanlığın ve sessizliğin ağırlığıyla eziliyordu. Arada bir geçe kalmış bir kuş, ok gibi dalların arasından fırlıyor, sık ağaçların arasından zikzaklar çizerek yıldırım gibi geçiyor, ilerden bir yerden, bulduğu ağaç kovuğundan ya da kuru bir daldan keyifli ötüşleri geliyordu.


Çam ve kestane ağaçları azaldı, iri taş duvarlarını sarmaşıkların, mora, zibilanke ve yabani üzümlerin sardığı kilisenin yıkıntısının yer aldığı alana vardı. Çok değil, daha otuz,kırk yıl öncelerde, bambaşka insanların, kim bilir hangi düşsel serüvenleri yaşadığı bu taş bina, zamanın ve ormanın acımasız ellerinde sanki bin yıllık olmuştu. Dört yanı ağaç, bin bir çeşit bitki dolmuş ortasındaki kalın taşlarla kaplı zeminde bile iki incir ağacı boylanmıştı. Orman onu teslim almıştı.
 
Yüreği bir bıçak daldırılmış gibi acıdı Yusuf'un.


Üstünde, uzun bir yılanın elma ağacına dolandığı bir figür bulunan taş kapının iki dayağı hala ayaktaydı. Çocukluğunda, o taş direklerin üstünde, bal gibi parlak ve sarı bir mermerin durduğunu görmüştü. Buralarda hiç rastlanmayan bu taşın, çok eskiden denizlerin ötesinden Cenevizli gemiciler tarafından getirildiği söylenirdi. Şimdi kim bilir kim tarafından alınıp bir ahırın ya da kulübenin yapı taşı olarak kullanılmıştı. Kupkuru mora ve kuş üzümü dallarının örümcek ağı olduğu yığını aralayıp kapıdan içeri girdi. Ardından atları çekti. Bir an kıvır kıvır sakallı, yeşil gözlü insanların mezarlarından çıkıp ardından geldiğini, yıkık duvarların canlandığını sandı. Bir devir kim bilir hangi umut ve dileklerle özenle yapılmış kalın duvarlar, kaburga kemikleri gibi horasanla doldurulmuş aralardan dışarı uğrayan kararmış odunlar ve dört bir yanı dolduran yabani incir fidanları, uğruna ölümlere gidilip gelinen şeylerin yalanlığını haykırıyordu.


Keşişin Düz, artık ebedi bir kimsesizliği, acıklı bir sessizliği yaşıyordu.




Yusuf, bu acıtan ıssızlıktan, bu kimsesizlikten payına düşenin farkındaydı. Hele ilk zamanlar yüreği dehşetli ağırlıkların altında kalır, ne evlere ne dünyaya sığar, deli divane dolaşırdı. Birileri bu kıyımdaki payını dile getirecek diye çıldırır, insan görmek istemezdi. Şöyle ya da böyle, yaşı yeten eli eren herkes karışmıştı bu yok edişe, ama asıl suçun kendinde olduğuna inanırdı. Zaman içinde bütün ayrıntıları didik didik ederek kendine ne haklılıklar üretmişti, ama yine de ince bir sızı, bıçak ucu bir sızı, şurasında kalmıştı.
 
Dursun, gelinin yanından gözleri birer patlamış yara gibi dışarı fırlamış, setin üstünde dibinden kesilmiş bir ağaç gibi, göğsünün orta yerinde o koca bıçakla sallanmış sallanmıştı. Yerlerinden kıpırdayamadan inanmaz gözlerle ona bakıyorlardı. Bu gece her bir şeyi hesaba koymuşlardı ama, bunu... Rum kadınlar, çığlıklara boğulmuştu.


Tam yumuşamış, tam sıcak gülmelere dönmüştü korkuları. Canlarına bedel ödeyecekleri o denli büyük ve önemli gözükmüyordu. Bu bıyıkları yeni terlemiş delikanlıların, elleri bıçaklarına bıçaklarına giden gençlerin iki okşaması, iki öpmesi ölümden korkunç değildi ya, ama Dursun öyle gelip orta yerde, tavana değen boyuyla bir kuyunun kıyılarına tutunmak için çırpınıp tutunamayınca, dağ gibi yerevinin toprağına devrilince bıçak yerinden fırlamış, tavana kadar kan fışkırmıştı.





Yusuf, Sarı Temel’le evden nasıl çıktıklarını, neler olduğunu, ne yapmışsa ayrıntılarıyla bir türlü anımsayamamıştı tam olarak sonradan. Aşağılarda bir yerde ellerinde kanlı bıçakları, soluk soluğa durmuşlardı O zaman gerçeği algılamışlardı. Dursun'un ölümünü nasıl anlatacaklardı? Ölüm üstlerine kalırsa, evde yaptıkları ortaya çıkarsa? Kaç kişi öldürdüklerini bile bilmiyorlardı, bu hesabı nasıl vereceklerdi? Savaş bitmiş, tellal çıkarılmış, duyurulmuştu. Geride kalanlara dokununlar Divanı Harbe gidecekti.


Sonunda çıkar yolu bulmuşlardı.
 
Dönüp yerevinin ortasında yatan Dursun'un ölüsünü sürükleyip ırmağa bırakmışlar, ardından köye inmişlerdi. Tek tek bütün evleri dolaşıp anlatmışlardı:


Ormanda Rum artığı çeteler vardı Keşiş onları saklıyordu. Mavra düzünde muhacirlikten dönenlere pusu kurmuş bekliyorlardı. Dursun’u da yakalamış öldürmüşlerdi.




İnsanlar, onların dediğine sorgulamadan inanmıştı. Acıları tazeydi ve öç almak istiyorlardı. Ne bulurlarsa onunla silahlanmış, paçavra sarılı meşalelerini reçineye batırıp karanlığın içinde kızıl bir ölüm kuyruğu olarak ormana giden yola vurmuşlardı.




Ve o gece...




Zamanla insan yüreği nasıl nasırlaşıyor, bütün yüklerine alışır oluyordu. Kaç yıl bu düzlüğe ayak basamamıştı. Gelse, keşişin hala yanan bedeniyle öyle gökleri tutan alevlerle karşısına çıkacağını mı sanmıştı ne. Oysa şimdi titrek bir sızıdan başka bir şey duymuyordu. Orada yok olanlara acıyor, sanki bir devri, her şeye karşın görkemli bir devri beraber yaşadığı arkadaşlarını anar gibi oluyor, ama yok oluşlarındaki payını giderek unutuyordu. Belki insan belleği buydu. Unutmasa, inkâr etmese çıldırırdı.




Göğsündeki kımıldanışa döndü.


- Ne o, üşüdün mü?


Postun içindeki çocuktan hiçbir ses gelmedi. Yüreğinin atışını duyuyordu. Uyuyordu anlaşılan. Yaman şeydi çocukluk. Yavaşça çözdü postu, öylece götürüp duvarın dibine bıraktı. Üşüyen ellerine hohlayıp yelek cebinden çakmağını çıkardı, yaktı. Reçineli dallar, hemen tutuştu. Sarı sıcak bir ışık seli yaladı, eski kiliseyi. Kim bilir kaç yıldır, bir ateşin sıcaklığını yaşamamıştı burası.


Güldü düşüncesine. Yıkıntının bir insan gibi ateşi özleyeceğini düşünmesine güldü. Isıttığı ellerini ovuşturdu. Donan ellerinin karıncalanıyordu. Yaşam geri geliyordu.
 
"Bu dünyada ateşten ırak olmayacaksın, öteki dünyada da yakın," diye düşündü.


Kalktı. Posta sarılı çocuğu ateşin yanına yaklaştırdı. Atların torbalarını başlarına taktı. Üstü örtülü, kalın bir çuvala sarılı sepeti indirip köşeye bıraktı. Atın ayağına baktı yeniden. Kırık mırık yoktu, biraz dinlenirse bir şeysi kalmazdı. Nasılsa eve yaklaşmışlardı. Ormandan çıkıp ırmağı aşınca köyün ilk evleri gelirdi. Ondan sonra gece olmuş gündüz olmuş ne fark ederdi. Tüfeğini gözden geçirip özenle ıslaklığını sildi, çocuğun yanı başına bıraktı. Sonra da kendisi oturdu.




Buğulu bir mavilikle, insanı sarhoş eden bir kokuyla yanıyordu, çam dalları. Büyüyen sessizlikte odunların çıtırtıları müthiş güzel, ama artık hiç geri gelmeyecek zamanları çağrıştırıyordu. Bedeni gevşemiş, göz kapakları ağırlaşmıştı hemen. Uyumayı kurdu, çok eskilerde olduğu gibi, kaçağa gittikleri ovada olduğu gibi. Şimdi evde olsaydı... Şöyle elini yüzünü yıkayacak, geçecek yer ocağının karşısına, yığacak çam odununu, alacak tütününü... Oysa eve gidince bunların hiçbiri olmayacaktı. Kızılca kıyamet kopacak, ağıtlar yeri göğü saracak, belki de evde günlerce ateş yanmayacak, yemek pişmeyecekti. Bunca karışıklığa nasıl dayanacaktı?


En iyisi şimdi bulduğu ateşin tadını çıkarmaktı.


Sardığı tütünü közde yaktı. Derin derin soludu dumanı. Duvarlarda bin bir şekiller çizen alevleri sevgiyle saygıyla seyretti. Kışı sevmiyordu. Eskiden bu denli olmazdı geliyordu ona. Belki de olurdu da anlamazdı. Gençti işte. Yüz parayı elli metreden vuracak dende genç. Ne güzel şeydi gençlik? Soğuk, açlık, yoksulluk, ölüm umurunda değildir. Azrail'in bile kıyıp da canını alamayacağı genç, o dipdiri beden nasıl da bilmez yaşamın değerini, nasıl da oynar ölümle, alay eder.


Bir öksürük nöbetine tutuldu, ciğerleri ağzına geliyordu sanki. Sigarayı ateşe attı.


"Gençken değerini bilmedik, şimdi aksırıklı tıksırıklı, dört el sarıldık yaşama. Gebermeyi de bilmiyoruz" diye söylendi içinden.
 
Kendine haksızlık ettiğini düşündü, sonra. Bunca yıl onca yıkıma karşın vücudu, önemli bir açık vermeden yaşamı göğüslemişti. Şimdi yorulmuş, dinlenmek istiyordu. Sabahın köründen akşamın alacasına kurdun kuşun adım atmadığı dağlarda dolanmaya dayanır mıydı? Ne kadar kabullenmeye yanaşmasa da, bir ayağı çukurda bir ihtiyardı artık.




İnsan, ihtiyarlığı kendine yakıştıramıyor, onu hep ileri, durmadan daha ileri atıyordu. Ayıktığında ihtiyarlığın bütün izleri dört bir yanını sarmış oluyordu. Artık istese de istemese de yaşamın dışındaydı. Daha dün dünyanın oluşumuna, toprağın yeşerişine, patlayan tomurcuğa, pişen ekmeğe şöyle ya da böyle az çok bir katkıda bulunur, bu katkıyla büyür, hak sahibi olur, güçlenir, ağırlığını koyar, ben de varım derdin. Oluşumundaki payın oranında hak alırdın. Oysa şimdi... Senin geçmişte de, yeterince emek koymadan aldığını savunanlar, artar, şimdiye değin hiç fark etmediğin, kökü bin yıl öncelere dayanan düşmanlıklar yeşerir, payının çoktan tükendiğine, artık varlığının diğerlerinin haklarına bir saldırı olduğuna inananlar çoğalırdı. Uğruna ölümlere gidip geldiğin tarlalardan sana bir parça ekmek sunuluyorsa hala, sevap, yarın mahşer günü, yaşlıya saygı... falan filandır.


Ayağa kalkmak, toprağa eskiden olduğu gibi kök salarcasına basmak, insanın müthiş duyarlı olduğu ve en iyi anladığı yolu kullanarak, yani şiddeti bir adalet kılıcı yaparak varlığını duyurmak ister insan, ama artık ayakları ona ihanet etmiştir. Taşımaz, şok başlar. Değişen, piçleşen zamana ilenmeyle başlayarak, eskiden yaşlılara gösterilen saygıya övgüler düzmeye değin uzanan çizgide huzursuz, mutsuz ne olduğunu anlayamadan gider gelirsin.


Sonra bir gün, inanılmaz bir olayla karşı karşıya, yarım metre karın içinde, akşamın alacası seni sarmışken, bir eski kilise yıkıntısındaki ateşe sığınırsın, düşünürsün. İşte o zaman gerçek ayna gibi belirir. Yüzünde sayılamayacak kadar çizgilerle, ceketinin yanlarından bir kızılcık sopası gibi sarkan öz suyu çekilmiş kolların ve üstüne zor durduğun ayaklarınla sen yaşamdan çok ölüme aitsin. Seni toprak çekiyor, bir geleceğin yok. Bunamaya yüz tutmuş belleğinin kıvrımlarında, puslu anılarından başka hiçbir şeyin yok. Yaşamı güzelleştirmek için kavga verenlerin seni yollarının üstünde istememeleri doğal. Kör bir bıçak gibi acı veriyor, ama doğru.


Böyle düşününce rahatlıyor, Yusuf. O zaman öfkesi dirence, şaşkınlığı sabır ve kabullenişe bırakıyor yerini.


"İyi ki çabuk anladım," diye düşünüyor." Yoksa nasıl dayanırdım?
 
Doğruydu. Ta bağ bozumundan bu yana böyle bir gün yaşamamıştı. Nasıl yüreği kaldırmış, nasıl atmamıştı aklını?


Yaşam, kendi savunmasını kuruyordu. Acıdan çıldırırken birden hiçbir şey duymaz olurdunuz. Vurulduğu zamanlardan bilirdi. Böğründe bir kurşun, çığlıkları yeri göğü tutarken ve bu iki gün sürmüşken, birden sanki hiç vurulmamış, hiçbir yeri kanamıyormuş, hiç acı çekmiyormuş gibi duyumsadığını anımsıyordu. Yürek ve beyin acıyı kaldıramayınca, sanki onu hiç yaşanmamış sayarak aşıyordu. Ölüme dörtnala koşarken rahatlıkla gülümsemenizi böylece sağlıyordu. Şimdi de öyleydi. Yaşadığı dehşete sanki bir başkasınınmış gibi bakıyordu.


Çocuğun mırıldanmasına ayıktı.


- Ha gülüm, ha canım.


Çocuk anlamadan, mor gözlerini aça aça yüzüne, sonra ateşe, artık zifir zindan bir karanlığa gömülmeye başlayan atlara bakmıştı.


- Annem nerede, dede?


Boğazına takılan yumruğu zorlukla yuttu, Yusuf.


- Hacer Anneye götürüyorum, seni.


Yüzünü ekşitti çocuk, ağlayacak gibiydi.


- Üzüm verecek nenen ama.


Kıvırcık sakallı keşiş geldi, gözünün önüne Yusuf'un. Neden bütün çocuklar üzümü severdi.


- Çok mu, iki elini açarak gösterdi. Bu kadar mı?


- O kadar.


Başını gene dizine koydu çocuk ve hemen uyudu.


Ateş sönmüştü. Alevler bir kedinin gözü kadar küçülmüştü. Karanlık iyice bastırmış, yıkık duvarlar bile seçilmiyordu.


- Gitmeli artık, yol uzun, dedi.


Öyle dedi ya, yerinden bile kıpırdamadı. Gözleri giderek külle örtülen ateşte oturup durdu.




Bir inilti, bir soluk, insan dışı bir ses algıladı. Bütün vücudu buz kesti. Ses sepetten geliyordu, sepetteki Fatma’dan ya da ondan arta ne kalmışsa ondan. Sözcüklere dökememiş, ama hep ölmüş olduğuna ümitlenmişti. Ne biçim dünyaydı bu, baş ağrısından dev gibi insanlar ölür giderdi de...


Acı çekiyor muydu? Çok mu? Elini, gözlerini bir post gibi örten kaşlarında, artık tek bir tel saç olmayan başında dolaştırdı. Yaşla ıslanan yanaklarını sildi, burnunu çekti, pütür pütür elleriyle. Sonra yavaşça doğruldu. Çocuğun başını dizinden yere koydu. Sepeti biraz daha uzağa sürükledi. Atları dışarı çıkardı. Bir ardıç dalına iliştirdi yularlarını. İçeri döndü. Tüfeğini aldı. Yuvaya mermi süren mekanizmayı geri çekti.


- Dede!


Hopladı yerinde. Kaygıyla çocuktan yana döndü. Uyuyordu. Uykusunda ne görmüşse... Bir an onu da dışarı çıkarmayı kurdu. Karın üstünde nereye koyacaktı?
 
Geri
Top