"- Sen olmasan daha kötü olmazdı. Zart zurtların dışında bir şeyini görmedik. Ha, gördük, sınırı her gün biraz daha bizim tarlanın ortasına sürdün."
Oğlanın simsiyah, içi sonsuzluğa değin boş, beyazları dört bir yanı saracak dende geniş gözleri vardı. Derin, tehdit dolu bir tüfek namlusu gibi gözler, Yusuf'u deli eden anlamlar taşıyan gözler.
"- Ula!" demişti, boğularak.
Toydu oğlan, toyluğu kadar boğazına kadar hınç ve öfkeydi. Belki, birisinin gelip evinde, anasının yanında bağırıp çağırması erkeklik onurunu ayağa kaldırmıştı.
"- Bırak bunları. Adam gibi git evimden."
Yani, adam gibi gitmezse, kolundan tutup bir köpek eniği gibi kapı dışarı atacaktı, öyle mi demek istemişti? Yusuf'un gözleri önünde kırmızı benekler uçuşmuş, Bağbozumu’nun insanı boğan saldırganlığını duymuştu, onca yıl sonra. Eli yeleğinin altına kaymıştı bilinçsiz. O öyle silahını ararken düşünmeden tanıdık olana, onura dört elle sarılmıştı.
"- Ne o, bulamadın mı çakaralmazını?" demişti, zorlama olsa da gülerek.
Yaşamında hiç kimse, Yusuf'u öyle çaresiz, öyle üzgün ve utanç içinde görmemiştir. Hiç çocukluğunu yaşamamış, hiç ağlamamışlardandı o. Ne var ki, o an, yeleğinin altından bomboş çıkan eline, akla sığmaz bir olağanüstülüğe bakar gibi bakarken, kuru, çatlak dudakları titremişti.
Genç, yanındaki rafa atılmış, yağlı muşambanın içinden sıyırıp aldığı, uzun namlulu tabancayı sallamıştı havada. Vurduğu yerde yumurta kadar delik açan silah, canlanmış sanki vücudunun doğal bir uzantısı gibi olmuştu. Öyle yakışmıştı eline. Bunca yıldır duyduğu yetimliğin öfkesi, bütün dünyayı boğabilecek dende güçlüydü, o anda.
Yusuf şaşkındı ama korkmamıştı. O yaşamında korkma lüksü olmayan ender insanlardandı. Onu yıkan, çok uzun zamandır ilk kez birinin karşısına geçip meydan okuyabilmesiydi. Karşısındakinin gücünden daha çok, içine düştüğü güçsüzlük ve bunun birileri tarafından fark edilmesi zoruna gitmişti. Kendine çevrili silahı umursamadan, bir vurgun yemişçesine, daha on dördündeyken, gırtlağını kestiği Rum’un kanıyla yıkanan ellerine, yitirdiği nesi varsa ordaymış gibi bakakalmıştı. Öylece, gözleri ellerinde sırtını dönüp çıkmıştı. Ona mı, öyle gelmişti bilemiyordu, ama sanki baştan beri sonucu çok iyi bilerek yerinden hiç kımıldamayan kadın, ardından gülmüştü.
Oğlanın simsiyah, içi sonsuzluğa değin boş, beyazları dört bir yanı saracak dende geniş gözleri vardı. Derin, tehdit dolu bir tüfek namlusu gibi gözler, Yusuf'u deli eden anlamlar taşıyan gözler.
"- Ula!" demişti, boğularak.
Toydu oğlan, toyluğu kadar boğazına kadar hınç ve öfkeydi. Belki, birisinin gelip evinde, anasının yanında bağırıp çağırması erkeklik onurunu ayağa kaldırmıştı.
"- Bırak bunları. Adam gibi git evimden."
Yani, adam gibi gitmezse, kolundan tutup bir köpek eniği gibi kapı dışarı atacaktı, öyle mi demek istemişti? Yusuf'un gözleri önünde kırmızı benekler uçuşmuş, Bağbozumu’nun insanı boğan saldırganlığını duymuştu, onca yıl sonra. Eli yeleğinin altına kaymıştı bilinçsiz. O öyle silahını ararken düşünmeden tanıdık olana, onura dört elle sarılmıştı.
"- Ne o, bulamadın mı çakaralmazını?" demişti, zorlama olsa da gülerek.
Yaşamında hiç kimse, Yusuf'u öyle çaresiz, öyle üzgün ve utanç içinde görmemiştir. Hiç çocukluğunu yaşamamış, hiç ağlamamışlardandı o. Ne var ki, o an, yeleğinin altından bomboş çıkan eline, akla sığmaz bir olağanüstülüğe bakar gibi bakarken, kuru, çatlak dudakları titremişti.
Genç, yanındaki rafa atılmış, yağlı muşambanın içinden sıyırıp aldığı, uzun namlulu tabancayı sallamıştı havada. Vurduğu yerde yumurta kadar delik açan silah, canlanmış sanki vücudunun doğal bir uzantısı gibi olmuştu. Öyle yakışmıştı eline. Bunca yıldır duyduğu yetimliğin öfkesi, bütün dünyayı boğabilecek dende güçlüydü, o anda.
Yusuf şaşkındı ama korkmamıştı. O yaşamında korkma lüksü olmayan ender insanlardandı. Onu yıkan, çok uzun zamandır ilk kez birinin karşısına geçip meydan okuyabilmesiydi. Karşısındakinin gücünden daha çok, içine düştüğü güçsüzlük ve bunun birileri tarafından fark edilmesi zoruna gitmişti. Kendine çevrili silahı umursamadan, bir vurgun yemişçesine, daha on dördündeyken, gırtlağını kestiği Rum’un kanıyla yıkanan ellerine, yitirdiği nesi varsa ordaymış gibi bakakalmıştı. Öylece, gözleri ellerinde sırtını dönüp çıkmıştı. Ona mı, öyle gelmişti bilemiyordu, ama sanki baştan beri sonucu çok iyi bilerek yerinden hiç kımıldamayan kadın, ardından gülmüştü.